Neden kader seçimi?
Türkiye, siyaset mücadelesi vermiyor; varoluş mücadelesi veriyor.
Yönünü bulma, yörüngesine kavuşma, Batılıların yaptıkları tarihin önünde sürüklenen bir figürandan, yeniden tarihi sürükleyecek bir aktör konumuna yükselme mücadelesi bu...
VAROLUŞ MÜCADELESİ...
Varoluş mücadelesi olarak tanımladığım bu süreç, hakikat medeniyeti mücadelesidir; o yüzden çok zorlu, zahmetli ve yorucudur doğal olarak...
O yüzden inişli-çıkışlıdır...
Tam bu noktada, bu toplumun tarihî derinliğinin ve ruhköklerinin temsilcisi olma, geleceğini şekillendirme iddiasında olan İslâmî kesimlerin takınacağı temel tavır, varoluş mücadelesi gerçeğini gözününde bulundurarak yalpalamamak, “bu gemi”nin batmaması için çaba sarfetmek; bunun için de yapılan doğruları teslim etmek, yanlışları da yıkıcı değil, yol-yordam gösterici bir dille hatırlatmak olmalıdır.
Bu süreçte “yalakalar” da, olur olmaz şekillerde “bağırıp-çağıranlar” da, hem ülkeye hem de bu varoluş mücadelesine zarar vermekten başka bir iş yapmış olmazlar.
O yüzden bendeniz, Türkiye’nin, medeniyet coğrafyamızın ve dünyanın sorunlarına hiç bir zaman parti politikaları açısından yaklaşmadım, yaklaşamam, yaklaşamayız.
Her zaman şunu yazdım ve söyledim: Siyaset araçtır; hakikat amaç. Aracı amacın önüne geçirirseniz, hakikatten eser kalmaz ortada. Aslolan hakikattir, gerisi teferruat.
24 Haziran seçimlerine de parti politikaları açısından yaklaşmıyorum. Medeniyet yürüyüşümüzün geleceği açısından, dolayısıyla medeniyet perspektifiyle yaklaşıyorum ve iki asırdır yaşadıklarımızı bir varoluş, toparlanış, diriliş ve ayağa kalkış mücadelesi olarak görüyorum.
YARMA HAREKÂTI SÜRECEK...
24 Haziran seçimlerine de bu kaygılarla bakıyorum ve bu seçimlerin Cumhuriyet tarihi boyunca karşı karşıya kaldığımız en kritik ikinci hayatî seçim olduğunu görüyorum.
Bu toplum, Menderes’le birlikte bir yarma harekâtı gerçekleştirdi. Bu yarma harekâtı sadece siyasetle ilgili değildi. Bu toplumun medeniyet iddialarına sosyal, kültürel, entelektüel bütün alanlarda yeniden sahip çıkma mücadelesiydi bu.
Menderes’ten bu yana medeniyet iddialarımıza sahip çıkabilmemizi mümkün kılacak yolu açacak rotamızı bulma, yörüngemize kavuşma mücadelesi verdik ve bu mücadelede hem niteliksel kayıplarımız oldu hem de gözardı edilemeyecek kazanımlar elde ettik.
Niteliksel kayıplarımızdan kastettiğim şey şu: Bu toplumun kırdan kentlere göçüyle birlikte hızla, ciddî bir bedel ödemeden Müslümanlanlığını hatırlaması, İslâmîleşmede kitlesel / niceliksel bir patlama yaşanmasına yol açtı.
Bedel ödemeden İslâmî kimliğe yeniden kavuşmamız, sadece şeklî bir Müslümanlaşma biçiminin zuhûr etmesine yol açtı.
KAYIPLARIMIZ: SEFİH SEKÜLERLEŞME SÜRECİNİN YIKIMLARI...
Bundan sonraki süreci kestirmek hiç de zor değildi artık: Özal döneminden itibaren hızla liberalleşme sürecine girilince, toplum bir anda sekülerleşmeye başladı süratle...
Akparti iktidarlarına gelinince, bu sekülerleşme süreci, kontrolden çıktı: Oportünizm, konformizm biçimleri, ucuz müslümanlaşma biçimlerini de dönüştürdü.
Ve gelinen noktada, İslâmî kimlikler ve duyarlıklar kırılganlaştı ve zamanla aşınarak buharlaşma eğilimi gösterdi.
Bu çok tehlikeli bir süreç. Bu sefih sekülerleşme biçimlerinin önüne geçemezsek, bu toplumun omurgasını oluşturan İslâmî kimliğini hem korumakta hem de bunu medeniyet iddiasına dönüştürecek bir atılım gerçekleştirmekte zorlanabiliriz.
Bu sefih sekülerleşme sürecinin kontrolden çıkmasında, 2000’li yıllardan itibaren bütün küre ölçeğinde sel gibi yayılan postmodern popüler pagan kültürün Türkiye’de de etkisini hissettirmesindeki payını gözardı edemeyiz.
Unutmayalım: Çin, Hindistan ve Japonya başta olmak üzere, bütün Asya ülkeleri bu postmodern popüler pagan kültürün önünde duramadılar; üstelik de bütün direnç noktalarını yitirerek tuzla buz oldular.
KAZANIMLARIMIZ: VESAYET SİSTEMİNİN SONU VE TÜRKİYE UMUDU...
İslâm dünyasında, münhasıran da Türkiye’de hiç olmazsa bu gelen dalganın ne denli yıkıcı olduğu fark edilmiş durumda ve toplumun bütün İslâmî kesimleri bu dalganın önüne geçebilmek için iyi kötü mücadele veriyor -şimdilik gelişigüzel de olsa...
Sadece biz direniyoruz yani. Ve o yüzden sadece Türkiye, umut ışığı sundu İslâm dünyasına bir kez daha.
Gelinen noktada Türkiye’nin etki alanı ilke kez Türkiye sınırlarının dışına taştı ve bütün dünyada da Türkiye’nin dünyanın ruhu, mazlumların umudu ve zorbaların korkusu olduğu anlaşıldı.
Bu büyük bir kazanım. Bu kazanımın ete kemiğe büründürülmesi gerekiyor işte.
Bunun için de ülke içinde düşünce, eğitim, kültür, sanat, şehircilik, medya ve gençlikte büyük atılımlar atacağımız belirleyici bir kader ânı olacak bundan sonraki süreç.
Bu atılımları gerçekleştirebileceğimize dâir bazı ipuçları var elimizde.
Bunların başında vesayet rejimini tarihe gömmemiz gerçeği geliyor.
İşte 24 Haziran seçimlerinin bu süreçte, dönüm noktası olacağını düşünüyorum ya da öyle olacağını, olması gerektiğini söylüyorum.
Çünkü ilk defa köklü bir sistem değişikliğine gidiyor Türkiye, cumhuriyet tarihinde bu seçimlerde.
Yüzyıl boyunca, hatta iki yüzyıl boyunca, vaziyeti idare etmekle yetindik sadece. Önümüzdeki süreçte, Halkın iradesi idareye vaziyet edecek bir konuma yükselecek inşallah.
Bürokrasi baştan sona yenilenecek...
Devlet silbaştan inşa edilecek...
Türkiye hızlı karar alan ve aldığı kararları Batılıların şu ya da bu şekilde kontrol ettikleri askerî, hukûkî, ekonomik vesayetleri aşarak hem kendi kaderini şekillendirecek hem bölgenin geleceğinde kilit roller üstlenecek bir zihnî, siyasî, kültürel, askerî ve stratejik bağımsızlaşma sürecine girecek...
Bütün bunlar, emperyalistleri fenâ hâlde ürkütüyor...
O yüzden Türkiye’yi içerden ve dışardan kuşatıyorlar.
Benim beklentim, önümüzdeki süreçte, bu çifte kuşatmayı yarabileceğimiz yönünde.
İşte o zaman sıra -çok geç kaldığımız- eğitime, kültüre, şehirciliğe gelecek diye ümit ediyorum.
O yüzden sen-ben davası gütmeden ülkenin ve bölgenin önünü açacak basiretle hareket etmek zorundayız. Yoksa iş işten geçtikten sonra dövünmenin bir anlamı olmaz... Vesselâm.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.