Tecrübeli Tarihçiden kafa masajı!
Bir seçim gecesiydi. 1999 olabilir. Gazeteyi bitirmiştik ve eve gidecektik.
Gece 03:00 sıraları.
Cevizlibağ’da üst geçidin altında vasıta bekliyoruz. Belli bir vasıta değil. Taksi gelse taksi olur, dolmuş gelse dolmuş.
Az sonra bir özel otomobil durdu, bizi aldı.
Ben hemen öne oturdum. Çünkü, durakta hayli kilolu, hacıyatmaz gibi öne, arkaya, sağa sola devrilecekken devrilmemeyi başaran bir sarhoş abi var. O da binecek.
Biniyor. Arabanın içi anason ve geğirti doldu ama muhabbet fena değil.
Adamımız güzel adam.
Arkadaki gençler bir İstanbul sorusu soruyor.
“Amca, eskiden daha iyiydi değil mi?”
“Yok oğlum. Ben 50’den bu tarafı bilirim. Şimdi daha iyi.”
Hoppalaa... Ezberi bozuldu çocukların!
“Ama üzülmeyin” diyor adam, harfleri ağzında birer birer toparlayıp kelimeler haline getirmeye çalışarak, “Ahir zamanda İslamiyet galip gelecek.”
Afferin adama, ‘güzel’ kafayla lafı İslam’ın nihai zaferine kadar getirdi.
Fakat, bizim mevzumuz değişik.
‘Eski, güzeldir.’ Bunu işitmeye alışığız.
‘İleriye doğru işler bozulacak.’ Buna da alışığız.
Bunlar, insanlığın yazılımına yerleşmiş fikirler. ‘Ahir zaman’ itikadının uzantıları.
Mutlaka geçmiş güzel, gelecek çirkin midir?
Ecdat, mutlaka güzel mi yapmıştır?
Sarhoş amcamızın bakışı daha gerçekçi. Bazı şeyler güzeldir eskiye dair, bazı şeyler çirkin.
Tarih de öyle.
Şanlı bir tarihimiz olduğu doğrudur.
Endülüs’ten Viyana’ya kadar, Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar.
(‘Endülüs Arapların’ diyen olabilir. Benim terbiyem Endülüs’ü hariç tutmaya müsait değil.)
Hele içinde cesaret olan, adalet olan, mürüvvet olan, merhamet olan tarih sayfaları dünya nimetlerinin bir başka çeşididir.
Fakat, aynı tarihin içinde yanlış işlerimiz de mevcuttur.
Tarihe ‘nas’ muamelesi yaparsak çuvallayabiliriz.
‘Ne yaptıysak doğru yaptık’ diyemeyiz.
Deriz de, saçmalamış oluruz.
Hele tarihte yaptığımız yanlışları doğru göstermek için teoriler geliştirmeye kalkarsak, daha da saçmalarız.
Osmanlı’daki kardeş katli kanunu, çuvalladığımız yerlerden biridir.
Devleti kutsamanın zirveye çıktığı yer.
‘Kuyucu Murat Paşa’nın kellelerden oluşturduğu kuleleri mesela ben savunmam.
(İlginç değil mi? Bunu eleştiren ilk yazıyı Necip Fazıl’dan okumuştum. Üstat, Dersim’i de eleştirmişti.)
Belki ‘devlet’ için lüzumlu bir işti Kuyucu Murat Paşa’nın yaptığı, fakat ahlaki miydi? İnsani miydi? Hukuki miydi?
Burada, gözetilecek ‘kutsal’ devlet midir?
‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’ cümlesi kulağa hoş geliyor.
Edebali, eğer Osman Gazi’ye insanı yaşatmanın önemini bu ifadeyle anlatabileceğini düşündüyse makul.
Devleti kutsamayı kastettiyse sorunlu.
Ya birisi kalkıp, o cümleyi ‘insanı öldür ki devlet yaşasın’a çevirirse?
Kuyucu Murat Paşa’nın kelle kuyuları biraz da bu anlama gelmez mi?
Şöyle desek olur mu?
‘Doğru’ diye bir çizgi olması lazım.
Tarihin de, o çizgiye göre muaheze edilmesi lazım.
Tarihi, o ‘doğru’ çizgiye göre ayıklarsın.
Ayıklarsın derken, sansürlemeyi murat etmedim.
Hepsini açık açık yazarsın.
Bu doğru, bu yanlış, dersin. Burada doğru yapmışız, burada yanlış.
Tarihin de yakasını bırakırsın.
Yanlışımızı doğru yapmak için yeni yalanlar, yeni senaryolar uydurmaya uğraşmazsın.
Tarihe bakışla ilgili yazıp çizerken, sakıncalı bir alanda dolaştığımı hissediyorum.
Dinen, ahlaken sakıncalı değil.
‘Ezberlerimiz’ açısından sakıncalı.
Halbuki, ezberimizi bozmamız lazım, çünkü ezberimiz bozuk!
O gece Cevizlibağ’dan korsan dolmuşa binen sarhoş amcadaki zihin özgürlüğü çok az kimsede var.
Şu anda, şöyle bir yerdeyiz:
Önümüze, sorunsuz bir tarih koyun.
Kafamıza, her şeyin dört dörtlük olduğu, onların muratlarına erdiği, bizim de kerevetlerimize çıktığımız hikayelerle masaj yapın.
İcat çıkarmayın.
Tarihçinin vazifesi bundan ibarettir.
Bence başarılılar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.