'Dil-i Şeyda' yaşıyor
Şu anda, şu günde, şu devirde, Fuzuli gibi, Baki gibi şiir yazmaya teşebbüs edilebilir mi?
Ahali, iki kelimeyi bir araya getiremiyor, Fuzuli’nin bir araya getirdiği kelimeleri çoktan unutmuş, senin Fuzuli’den beş yüz sene sonra yazdığın şiire bakacak takati bulabilir mi?
Nereden icap etti bu sorular?
Kim teşebbüs ediyor Fuzuli gibi yazmaya?
Kim teşebbüs ediyor Fuzuli’yi okumaya?
Maalesef, o vadilerden uzaklaştık.
Başka vadiler bulduk.
Komik videoların... Adamın köprüden geçerken çamura düştüğünü veya sandalyeye otururken sırtüstü yere serildiğini gösteren küçük küçük filmlerin hayatımızda güzel şiirlerden daha fazla yeri olmaya başlamışsa, artık boş verin bizi.
Anakronizm diyorlar, başka zamana ait bir şey, şimdiki zamanın içine girince.
Ahali için, avam için öyle olabilir.
Fakat, “Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge/Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı” beyti, hayattan ve şiirden nasibi olanlar için hayatın da, zamanın da tam ortasıdır.
Ara sıra dilime gelir, ‘men lem yezuk, bilmez yazuk.’
Bilmeyenlerin sorunu.
Elimde, Şahin Uçar Hoca’nın Şeyda Divanı var.
Şeyda Divanı, aruzla yazılmış. Lisanı da selefi olan eski şairlerin lisanı.
Divanın bir yerinde, Şahin Uçar, ‘Şeyda’nın lisanıyla bu mevzua, hafifçe dokunuyor.
“Kadrimi bilmezse ebna-yi zeman
Gam değil kim yokdur erbab-ı Sühan”
Zamanın oğulları, anlamazsa anlamasın.
Şeyda Divanı’nı Fuzuli’ye nazire diyenler olmuş.
“Dostlar teveccüh göstermişler” diyor Şahin Hoca, “Bizim divençe-i keminemiz Şeyda Divanı için Fuzuli Divanı’na nazire demişler. Min gayri haddin, eğerçi Fuzuli’yi üstad bilirim, lakin küçücük divançemi üstadın divanına nazire saymak bence caiz değildir.”
“Şu kadar var ki üstadın ruh-i asaletmeabından müstefid olduk.”
Bu cümleler gerçeği ifade ediyor.
Divanın her yerinde okuduğum aşk, Fuzuli’den okuduğum aşk.
Divanın sahibi ‘Şeyda’ gerçekten üstadı Fuzuli ile ‘hemhal’ olmuş.
Dersiniz ki, dil-i şeyda yitmedi, ölmedi de. İşte, hayatta.
Kaside der tevhid-i hazret-i bari’de gördüğüm bir beyit, aheste aheste okurken beni durdurdu.
“Aşgın gadehin men senin içdikçe susar can
Sagar ne boşalmış ne de ganmış gönül amma”
Kolay değil, bu kuvvetli manayı iki mısraa sığdırmak.
Kasidenin sonuna doğru yine ‘inci’ gibi bir beyit.
“Ma’ni-i kelam şahid-i mazmun-i hüdadır
Gönlüm sadefinden olur azra gibi peyda”
Divan şiirini tahassüs edebilenler, Şeyda Divanı’nda yabancılık çekmezler.
“Canımı canane verdim vermedi dermanımı
Kılmadı bir lahza abad yar dil-i viranımı”
Bu şiiri, bu kelimelerle söylemekte bir tasannu var mıdır?
‘Tasannu’ kelimesini ‘yapmacık’a yakın bir anlamda kullanıyorum. Yoksa, sanat, adı üstünde, tasannu ile aynı köktendir.
Belki, okur yazarlığı olmayan birisi yapmaya kalkışsa, ki bazen rastlıyorum, tasannudan, hatta gayretkeşlikten bahsedilebilir.
Şahin Uçar, Divan Şiiri’mizin doğduğu medeniyetin ta içinde.
Arapça ve Farsça’ya aşina.
Aruz, biliyor.
Yüzyüze konuştuğu zaman sizin dilinizden konuşsa da, o dille, o kültürle haşır neşir.
Aynı zamanda bir musıkişinas.
Besteleri ve güfteleri var.
‘Aşina’ veya ‘-şinas’ kelimeleri hafife alınmasın.
Doğrudan doğruya ‘bilmek’ manasına kullanıyorum.
Bir de Hüsn-i Hat.
Yani, bu şiirin kelimeleri, mazmunları, lügatin dibinden zorla çıkarılmıyor.
Bütün bunlara, Şahin Uçar Hoca’nın aynı zamanda bir tarih profesörü olduğunu ilave etmekte fayda görüyorum.
Bilebildiğim kadarıyla, Tarih Felsefesi’yle iştigal eden tek profesör.
Söylemişimdir. Ben bazen özlem gidermek için yazıyorum.
Yerim yettiği kadar yazdım.
Yakın zamanlarda göremedim. İnşallah fırsat olur görürüm.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.