İmralı sırlar odası
Yerel seçimlere doğru vizyona yeni giren ‘Abdullah Öcalan’ filmi, 2006 yılındaki ‘APO hücresinde öldürüldü’, 2007 yılındaki ‘APO’yu zehirlediler’ konulu filmlerle karşılaştırıldığında tema, oyuncu ve yönetmen kadrosu bakımından birbirine çok benziyor.
DTP ve PKK’nın birlikte hazırladığı İmralı senaryolarının, seçimler öncesi veya devlet ile bölge arasındaki aidiyetin koparılması maksadıyla mevcut siyasi iktidara yönelik baskı projeleri arifesinde realize edilmek istendiğini biliyoruz.
Onlar da çok iyi biliyorlar ki, İmralı’da Öcalan’ın zehirlenmesi, kötü muameleye maruz kalması mümkün olmadığı gibi, ölmek istese bile buna fırsat bulamayacağı çok özel şartlarda mahkum hayatı yaşıyor.
Yanlış bulun veya hak verin, şu bir gerçek; Devlet, istismara yol açmamak için ‘politika’ olarak Öcalan’ı özenle koruyor.
Nasıl mı? İmralı Sırlar Odası’nı bir kez daha anlatalım...
İmralı adası, jandarma ve emniyet tarafından birlikte korunuyor. Askeri birliğin başında bir albay, emniyetin başında bir şube müdürü bulunuyor. İki kademeli koruma altındaki adayı çevreleyen sensörlü tel örgüler, cezaevinin etrafında da var.
Silahlı nöbetçilerin yanı sıra köpekli yaya devriyelerin sürekli görev yaptığı adanın etrafında bir savaş gemisi ile Sahil Güvenlik Komutanlığı’na bağlı 2 feribot tetiktedir. Cezaevinde ise özel eğitimli 500-550 civarında asker ve polis görevlidir.
Öcalan’a yönelik muhtemel bir kötü muamele ve suikast tehlikesine karşı tüm görevli asker ve polis, psikolojik testten geçiriliyor. Ayrıca ‘intikam’ duygusunu ateşleyeceği kaygısıyla şehit yakını bulunanlar tercih edilmiyor.
Hatırlatalım. Periyodik olarak tutulan İmralı nöbetlerinin zamanla görevlileri olumsuz etkileyeceği varsayımından hareketle görevliler 3 ayda bir değiştiriliyor. Yani İmralı’da nöbetçiler için en uzun görev süresi 3 ayla sınırlıdır.
Cep telefonunun kesinlikle yasaklandığı İmralı’da sadece ada komutanının odasında sabit telefon var. Bu telefon da bir nevi dahili hat gibi Bursa Jandarma Alay Komutanlığı’na bağlı. Görevliler, yakınlarıyla ankesörlü telefonlarla görüşebiliyor.
Sabah ve öğleden sonra olmak üzere günde 2 saat havalandırmaya çıkarılan Öcalan’ın odasında TRT FM’ye ayarlı bir radyo ve tercih ettiği kitaplardan oluşan mini bir kütüphanesi var.
Özel yemek hazırlanmıyor, komanda bölüğünün tabldotundan yararlanıyor. İçtiği su, bölük mutfağındaki pet şişeler arasından rastgele seçiliyor. Zehirleme ihtimaline karşılık bir görevli, Çeşnicibaşı gibi yemek ve sudan tattıktan sonra Öcalan’a servis yapıyor.
Avukatlarıyla görüştüğü odadan açılan bir havalandırma bahçesi bulunan Öcalan, orada saksıda çiçek yetiştirebiliyor. Her gün rutin sağlık kontrolünden geçiriliyor. Ayrıca 21 günde bir, ada dışından farklı 3 doktor ceheck-up için kontrole geliyor. Her kontrolde doktorlar değiştiriliyor.
Öcalan’ın intihar edebileceği ihtimali düşünülerek sürekli gözetim altında tutulduğu odaya çarşaf dahil ipe dönüştürebileceği hiçbir özel eşyaya izin verilmiyor.
Ecevit’in başbakan, Bahçeli ve Yılmaz’ın başbakan yardımcısı olduğu hükümet döneminde olgunlaştırılan sözünü ettiğim İmralı güvenlik sistemi, bazı küçük eklemelerle kökten bir değişikliğe uğratılmadan kesintisiz olarak uygulanıyor.
Tahmin edebiliyorum; Bu satırları okuyan birçok okuyucumuz hop oturup hop kalkıyordur. ‘Bu haini neden besliyoruz’ diyerek öfkesini yüksek sesle haykırıyordur.
Ama buna rağmen DTP ve PKK, periyodik olarak gündeme getirdikleri İmralı mahreçli ‘kötü muamele’, ‘zehirleme’ ve ‘öldürme’ senaryolarıyla sokakları kan gölüne çevirebilmektedirler.
Başbakan Erdoğan’ın Van ziyaretini İsrail eski Başbakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa ziyaretine benzetebilmektedirler.
Düşünün ki, bir ülkenin başbakanı açılışlara katılmak üzere yurdun bir köşesine gitmek isteyecek, o yörenin milletvekili sanki başka bir ülkede yaşıyormuş gibi ‘Gelme, yoksa olaylar çıkar’ küstahlığında bulunabilecek.
Hakkari Belediyesi sözüm ona protesto için sokaklarda çöpleri toplamayacak, 6-7 yaşında kimi özürlü çocukların ellerine taş verilecek, güvenlik görevlileri taş yağmuruna tutulacak, AK Partili adaylar ölümle tehdit edilecek, gözdağı amaçlı bombalar patlatılacak, sonra kalkıp ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ nutukları atılacak.
Bir başbakana konuşma özgürlüğü tanımak istemeyen zihniyetin, özgürlük kaygısı olabilir mi? ‘Özgürlük’ şarkısı söylediği zaman inandırıcılığı kalır mı?
Ne yapmış başbakan?
Artık bir yüzbaşı vatandaşına dışkı yediremiyor. Herkes düşüncesini özgürce ifade edebiliyor. Kürtçe şarkı söyleyebiliyor. Ana dilini öğrenebiliyor. Kürtçe yayın yapılabiliyor. Hastalar büyük ölçüde kızakla değil paletli ambülansla taşınıyor. Mutfaktan musluklar akıyor. Dağın tepesindeki mezraya kadar asfalt döşeniyor. Okullar öğretmensiz bırakılmıyor.
Ne demiş başbakan?
Hakkari Üniversitesi’nin rektörlük binasını yapacağız. Van-Hakkari yolu, iki yıl içinde duble olacak. Yüksekova Havalimanı’nın temeli 2009’da atılacak. Özürlü çocuklarına bakan anne ve ablalara ödenen ücretler kesilmeyecek. Diğer hizmetler kesintisiz sürdürülecek.
O halde derdiniz ne?
Efendim Apo’ya kötü muamele yapıldı!
Onu da yukarıda anlattım. Geçin bunları...
Eksikliklerimiz yok mu? Elbette var. Onlarca yılın ihmalini, birkaç yıl içinde gidermek mümkün değildir.
Önemli olan niyettir. Şu anda devlet adına iyi niyetin izleri görüyorum. Birlikte ve hesapsız yaşamaktan gayri derdiniz yoksa, buyurun...
Aksi halde kirli oyunun parçası olmaya devam edersiniz. Başbakan, Hakkari’de barış, huzur ve kalkınma için uğrunda her türlü bedeli ödemeye hazır olduğunu açıkladı.
Ya siz?