İki asırdır kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz, farkında mısınız?
Şunu bilelim: Batı’yla er ya da geç ama mutlaka karşı karşıya geleceğiz...
Türkiye olarak kendimizle yüzleşmemiz, kendimize gelmemiz, toparlanmaya, ayağa kalkmaya ve yürümeye başlamamızın mahiyeti ne kadar güçlü olursa, Batı’yla karşılaşmamızın / hesaplaşmamızın mahiyeti de o kadar güçlü olacak.
BİR TOPLUM MEDENİYET DEĞİŞTİRMEYE SOYUNARAK ÇAĞ ATLAYAMAZ!
Türkiye henüz kendine gelebilmiş değil.
Bırakınız kendine gelebilmeyi, başına ne geldiğini bile görebilmiş değil henüz!
Menderes’ten bu yana gerçekleştirdiğimiz yarma harekâtları, Türkiye’nin kendine gelme, kendini bulma, yolunu çizme çabalarının kilometre taşları.
İki asırdır yaşadığımız travmalar, Türkiye’nin kendine gelme çabaları aslında.
Türkiye, Tanzimat’la birlikte, sendeledi; Cumhuriyet’le birlikte -tarihi yapan bir aktör olarak tarihten çekilmesi, medeniyet iddialarını terkettiği için Batılıların yaptıkları tarihte tatil yapan bir figürana dönüşmesi anlamında- düştü.
Yüzyıldır, dünya tarihinde bir rol oynayabilmeyi geçtim, kendi tarihimizi bile biz yapmıyoruz. Kendi hayatımızı, kendi dünyamızı bizim medeniyet dinamiklerimiz, ruhköklerimiz, iddialarımız çerçevesinde değil, Batılı kavramlar ve kurumlar çerçevesinde şekillendiriyoruz.
Nedir bu?
Batılılar tarafından dışardan fiilen sömürgeleştirilemeyen bir ülkenin, içerden zihnen sömürgeleştirilmesidir.
Batılıların vatanımızı fiilen sömürgeleştirmelerine izin vermedik; ama içerden kendi kendimizi zihnen sömürgeleştirdik.
Ülkesini seven her erbab-ı fikrin mutlaka kafa yorması gereken en hayatî meselesi bu, bu ülkenin.
Hiç bir toplum medeniyet değiştirerek yaşadığı varoluşsal krizi aşamaz; böyle bir şey eşyanın tabiatına terstir.
Sözgelişi, Avrupalılar, modern meydan okumayı, medeniyet değiştirerek başarmadılar. Kendi ruhkökleriyle derinlemesine, imajinatif ilişkiler kurdukları için başardılar. Bunun için de neredeyse iki bin yıl öncesine kadar kazı yaptılar; taa Greklere kadar gittiler...
Avrupalıların kendi ruhkökleriyle ilişki kurabilmelerinde İslâm medeniyetinin geliştirdiği meydan okuma, doğrudan etkili oldu.
Eğer İslâm medeniyeti, Fas’tan Çin’e kadar yayılmamış, Akdeniz’i müslüman gölü hâline getirecek çok yönlü, kapsamlı bir medeniyet atılımı gerçekleştirmemiş olsaydı, Avrupalıların toparlanabilmeleri, pagan Grek köklerine gidebilmeleri ve zamanla bir meydan okuma geliştirecek bir atılım gerçekleştirebilmeleri mümkün olmazdı.
İKİ ASIRDIR KENDİ AYAĞIMIZA KURŞUN SIKTIĞIMIZI GÖREMEZSEK...
Şunu söylemek istiyorum: Kriz yaşayan bir medeniyet, sadece içine kapanarak da, sadece dışarıya teslim olarak, dolayısıyla medeniyet değiştirmeye kalkışarak da bu krizin üstesinden gelemez.
Kriz yaşayan bir medeniyet çocuklarının içlerine kapanmaları, donmaları ve zamanla kendiliklerinden tarihten çekilmeleri sonuncunu doğurur.
Sadece dışarıya teslim olmaları, yani medeniyet değiştirmeye soyunmaları ise, intiharın eşiğine sürüklenmeleriyle sonuçlanır.
Biz Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyet’le kıvamını bulan süreçte, kendi medeniyet dinamiklerimizi inkâr etmeyi tercih ettik.
Yedi düvel üzerimize üzerimize geliyordu en az iki asırdır; sonunda, bize diz çöktürdüler, Osmanlı’yı tarihten sildiler.
Biz de Osmanlı’nın çilekeş çocukları olarak, Batılılara şunu mu söyledik acaba: Tamam, biz iddialarımızı terkediyoruz; ama bu toprak parçasını size çiğnetmeyeceğiz.
Batılılarla böyle mi anlaştık, bilemiyorum. (Biliyorum aslında da, ortam çok nazik, kimseyi bu ortamda rencide etmek istemiyorum).
Olan şuydu: Bedenimizi kurtardık ama ruhumuzu yitirdik.
Batılılaşarak çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkacağımıza iman ettik!
Kendini inkâr eden, kendi (özne) olamayan, ruh köklerini yitiren bir toplum, nasıl kendine gelecekti de, çağdaş uygarlık seviyesini geçecekti?
Kendi olamayan, özne olamayan, özne olamadığı için de, konuşamayan, üretemeyen, başkalarının ürettiklerini ve söylediklerini burada papağan gibi -üstelik de berbat bir şekilde- tekrarlayıp durmaktan, dolayısıyla Batılıların gönüllü acentalığını yapmaktan başka bir şey yapamayan, kısacası, sadece kaygan zeminlerde patinaj yapıp duran bir toplumun çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmaktan sözetmesi kadar sürreel, traji-komik bir durum olabilir mi?
BATILILARLA ER YA DA GEÇ KARŞI KARŞIYA GELECEĞİZ: İYİ HAZIRLANMAK ZORUNDAYIZ!
Gelmek istediğim nokta hayatî: Batılılar, bizim er geç toparlanmaya, kendimize gelmeye ve ayağa kalkmaya başlayacağımızı çok iyi biliyorlardı.
Bu toplumun ruh kökleri sağlamdı. Sömürgeleştirilemediği için genetik kültürel kodları diriydi. Yeri ve zamanı geldiğinde yerinden fırlayabilirdi: 15 Temmuz’da olan tam da buydu.
İşte bu Batılıları çok korkuttu: Türkiye, kontrolden çıkmıştı artık...
Henüz yolun başındayız.
Başındayız; çünkü iki asırdır yalnızca kendi ayağımıza kurşun sıkmakla meşgul olduğumuzu bile kavrayabilmiş değiliz henüz.
Aslında medeniyet değiştirme aymazlığına soyunmakla intiharın eşiğine sürüklenmekten başka bir şey yapmadığımızı yeni yeni kavramaya başladık -o da, belli belirsiz!
Şu kesin: Türkiye, kimsenin acentalığını yapmayacak, kaygan zeminlerde patinaj yapmaktan başka bir şey yapmadığını görerek toparlanacak, ayağa kalkacak, yürümeye ve koşmaya başlayacak...
Ama henüz yolun başındayız, dediğim gibi.
Fakat yola çıkmış durumdayız, bu kesin işte.
O yüzden Batılılarla er ya da geç ama mutlaka karşı karşıya geleceğiz.
O yüzden iyi hazırlanmak zorundayız.
Nasıl hazırlanacağız?
Önce dalga-kıracağız, çakıl taşlarını temizleyeceğiz, önümüze örülen duvarları birer birer yıkacağız, karşımıza çıkan dalgaları birer birer aşacağız...
Sonra, ancak ondan sonra dalga-kurmaya, yapı-taşlarını emin adımlarla döşemeye başlayacağız...
Fakat bir şeyi aslâ unutmayacağız: Manevî (fikrî, ahlâkî, estetik) atılım gerçekleştirmeden gerçekleştireceğimiz bütün maddî atılımların yine kendi ayağımıza kurşun sıkmak anlamına geleceği gerçeğini göremez ya da gözardı edersek aslâ gelemeyiz yeniden...
Vesselâm.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.