Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri
Ilık ve lacivert bir geceydi. Yeşil, mavi ve erguvanî renkte çiçeklerin insanlara şifa verip tebessüm ettiği yazlık çay bahçesinde Kâşgarlı aksakalla aynı masada sohbet ediyoruz. Birkaç yıldır mülteci olarak yaşadığı Türkiye Türkçesini iyi konuşuyordu aksakal. Doğu Türkistanlı ve doğma büyüme Kâşgarlı. Yetmiş beş yaşında dinç ve coşkulu biri şair. İlim ve edebiyat çevresi onu çok seviyor, sohbetlere dâvet ediyorlardı.
Kâşgarlı aksakalın çay tiryakiliği çok hoş. Çay semaverinin musluğundan onun çay bardağını doldururken fikirli keyfime diyecek yok. Sektirmeden içiyor çayı. Buğday teni, kavruk ve kemikli yüzü, bembeyaz seyrek sakalı ve başında Uygur Türklerinin millî başlığı “doppa” denilen kare şeklinde el işi işlemeli, renkli takkesiyle sanatlı bir tabloyu andırıyor.
Aksakal elindeki çaya bakarak, “Çay, insana en yakın hayvan at gibi insanın yakın dostlarındandır. Kâşgar’da bir de yeşil çay var. Fakat ben gara çayı tercih ederim” diyerek, bitirdiği çayın tekrar doldurulmasını söyledi.
Türkiye Türkçesini iyi öğrendiğini kelimelerinden anlıyordum. “Yır” yerine koşma, türkü, manzume, şiir, gazel diyordu. Kent ve balık yerine şehir, tağşut yerine şiir veya manzume, otacı yerine hekim, tenrilig yerine dindar, eçi yerine ağabey, bakşı yerine hoca ve üstad, şastır yerine eser, yağı yerine düşman, ilig yerine hükümdar diyordu. Şairin bizdeki gibi yalnız şiir yazan bir edip değil, meydana çıkıp toplumu siyasî, dinî ve tarihî meselelerle aydınlatan, çok yönlü içtimaî vasıfları olan ulu bir kişi olarak târif ediyordu.
“Kâşgar’ı özlüyor musunuz?” dedim. Hüzünlendi. Ufka ve göklere baktı, altında oturduğumuz çınar ağacının gövdesine dokundu. “Çok hasretliğini çekerim Kâşgar’ın. Tenri Dağları’nın eteklerinde Kâşgar Nehri’nin kenarına kurulmuş, Kızılsu ve Tümen nehirlerinin sularıyla bereketlenen şâd olmuş bir şehirdir. Her gece Iydgâh Câmii düşüme girer.”
Bir şiirini okumasını istedim. Uygur Muhebbet Koşakları (Aşk Şiirleri) adıyla yazdığı şiirlerinden bir şiirini okudu ve şiir bitince gözlerinden yaşlar boşandı:
Kara çırağ altında uçar pervâne / Yârim senin ışkında oldum divâne / Divâne olup inleyip, çalarım rebap / Gözyaşlarım yağmur oldu yüreğim kebap / Ay yüzünü gördüğümde çekinip bakamam / Kaşlarını çattığında güven miydin benden / Sana güvenim tamdır, umut kesmedim senden / Sözünde durur yâr diye başkasına bakmadım / Sevgilim, seni var diye gidip mahallende oynarım / Mahallende gözükmezsen sabaha kadar düşünürüm
“Kâşgarlı Mahmud’ın ilmî mirası ne durumda, Doğu Türkistanlı gençler Divânü Lûgat’ît-Türk”ü okuyor mu?” diye sorduğumda sâkin bir eda ile “Mahmud Kâşgârî atamız benim akrabam olur, hemşehrisiyim onun” deyince, Aksakal benimle alay ediyor galiba, diye düşündüm. Fakat sonra bu düşüncelerim boşa çıktı. Kâşgarlı Mahmud’a uzanan derin köklerinin bulunduğunu, onun mânevî ve ilmî silsilesinin onikinci göbekten şâkirdi ve yazıcısı olduğunu anlattı. Sohbet ilerledikçe aksakalın bir irfan adamı olduğunu anladım.
Anlattığına göre, Kâşgarlı Mahmud’un Türkçe dîvânı Dîvânü Lûgat’it-Türk’ü yazıp bütün Horasan, Fars ve Arap illerine göndermesinden ilham alınarak Kâşgar’daki yazıcılar ve aksakallar tarafından soylu bir gelenek oluşturulmuş. Günümüzde yaygınlığı azalmış olsa da bu gelenek yüzyıllardır devam etmiş. Kendisi de bu geleneğin son kuşak yazıcısıymış.
Bu geleneğe göre her yıl Kâşgar’ın birçok beldesindeki yazıcılar Dîvânü Lûgat’it-Türk’den seçtikleri dörtlükleri ve bu dörtlüklere yazdıkları nazireleri bir deftere kaydederek yörelerindeki beldelerin aksakallarına teslim ederlermiş. Defteri alan aksakal kendisinin de hazırladığı defteri gelen kişiye verirmiş. Bu defterlere yazılanlar, bütün safiyetiyle İslâm’ı yaşayan Uygur Türk halkının toplandığı bir şölende defalarca okunurmuş.
Kâşgarlı Mahmud’un Karahanlı sülalesinden bir şehzâde olduğunu, onun zamanında Kâşgar’ın merhametli, adaletli ve ilim sahibi Türklerin yurdu hâline geldiğini, yazmış olduğu Türkçe lügatın yayılmasıyla bu yurtların Türklerin ortak rüya görebildikleri büyük bir yurda dönüştüğünü, bu yurtlarda yaşayanlara Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri dendiğini, bu dîvânın “Türk Dillerini Toplayan Ulu Kitap” olarak yâdedildiğini anlattı. Anlattıklarından cezbeye kapılmıştım. “Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri” ifadesinin anlamını sordum.
“Nereden başlasam, hangi faslını anlatsam size Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri menkıbesinin?” diyen aksakalın bakışlarında ve sesinde derin bir hüzün oluştu. O ân’a kadar neşeli bir dille konuşan aksakal kendi içine çekildi sanki. Yorgun ve yuvasının içinde küçüldükçe küçülen hüzünlü gözleriyle yüzüme baktı ve sâkin bir dille anlatmaya başladı:
Yalçın ve kara dağlardan düze inip şehir kuran, ev, han ve medrese yapan, bitek ovalarda at yetiştirip buğday eken, Kâşgarlı Mahmud atamızın Türkçe’yi yayarak Kâşgar’dan Horasan’a kadar şehirler kurmaya ve medeniyet olmaya dâvet eden sözlerini baştâcı eden, onun merhametli huylarını, adâletli davranışlarını sürdüren boylara Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri, bunların okumuş yazmışına da Kâşgarlı Mahmud’un Yazıcıları denir. Bu adlandırma onun ölümünden birkaç asır sonra yapılmaya başlanmış.
Ceddimiz asırlar evvel kıtlık, kuraklık ve kabilelerin birbirine düşmanlığıyla sebebiyle bozgun yıllar yaşamışlar. Bâzı kabileler talan ve kapkaççılığa başlamış. Uzun yıllar bu topraklarda huzur ve rızık kalmamış. Atalarımızdan anlatılagelen menkıbeye göre Kâşgarlı Mahmud atamızın silsilesinden gelen şair bir bey varmış. O kişi söyledikleriyle bütün kabilelerin kötü huy ve talanlarına son veren yürekli ve ulu bir şairmiş. Aynı zamanda yüzlerce atlıları, sürüleri ve ekinleri olan biriymiş. Öyle kılıç sallayan, ganimet toplayan bir bey değilmiş. Tenri-dem şiirleriyle halkına er-dem ve yiğitlik aşılayan, gönüllerini âbad eden, rıza ile kendine bağlayan bilge bir bey imiş.
“Kavim kardaşlar birbirinin yurdunu talan etmemeli / Karanlık dağlardan inip aşağı / Kâşgar Suyu’nun kenarlarına yayılmalı / Karındaşlar birbirine bitişik olmalı / Bereketli ovalara inip Kâşgarlı Mahmud atamız gibi ev ve medrese kurmalı / Yüreklerini Kâşgarlı Mahmud atamızın yüreği gibi / Merhametli ve yumuşak kılmalı / Huyları ve töreleri onun gibi âdil olmalı…”
Bu bey öyle bir beymiş ki, bir gün Kâşgar’ın çok uzağında oturan bir obayı ziyarete gitmiş. Ona at sütü ve koyun eti ikram etmişler. “Benim karındaşlarım da böyle at sütü içip, koyun eti yiyebiliyor mu?” demiş. Obanın ileri geleni “Nerede o bolluk beyim? Buralarda kıran oldu, halkımızın çoğu yoksul” deyince, “Ben karındaşlarımın yemediğini yemem, içmediğini içmem. Götürün bu süt ve etleri obanızın yoksullarına verin! Karındaşları açken tok gezen bey olmak istemem” diyerek oba halkına hediyeler vermiş.
İşte bu bey şiirli nutuklarıyla göçebe kabileleri il kurmaya, medenî olmaya dâvet etmiş. Bütün boyları Kâşgar ovasına toplayıp, ‘Burada yeniden il kuracağız, at, ekin ve koyun yetiştirip paylaşacağız’ demiş ve Kâşgarlı Mahmud’un dâvasını âhir ömrüne kadar sürdürmüş.
O âsûde gecede Kâşgarlı aksakal kitaplarda okumadığım birçok menkıbeyi tatmadığım bir dil lezzetiyle anlattı. Sohbetinin tesirinden kurtulamadım. Aksakalı evine yolcu ettikten sonra, “bu menkıbeleri bana niçin anlattı?” diye uzun uzun düşünüp tâbir etmeye çalıştım. Evimden, fildişi kulemden, mağaramdan çıkıp güneşin doğduğu yerlere, yâni ceddimizin ilk medeniyet diyarlarına gitmemi istediğine, Kâşgarlı Mahmud’un yazıcılarından biri olmamı ima ettiğine yordum.
Ben değil miydim, merhametli yüreği olan Müslüman Türk ecdadımın her yerde dilini arayan? Ben değil miydim, ceddimizin ve dilimizin damarları nereye kadar uzanıyorsa oraya hicret etmeliyiz, diyen?
Cezbe hâlindeydim. Kafamı büyük düşünceler sarmış, ateş basmıştı. “Gideceğim işte! Kâşgarlı Mahmud atamızın yurduna hicret edeceğim, Opal’deki türbesine varıp diz vuracağım, Kâşgarlı Mahmud Türklerinin arasına karışacağım” diyerek nâra attığımı, etrafımdaki masalardan bana tuhaf tuhaf bakanların bakışından anladım.
Ey azizan! Okuduğunuz bu yazı gönlümde demlenen ve gerçek olmasını arzu ettiğim bir hayâlin mahsulüdür.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.