15-25 yaş kuşağını kaybedersek, yüzyılı kaybederiz!
Tarihi, iddiaları olan toplumlar yapar.
Tarihi, iddiaları büyük ve evrensel olan toplumlar yapar. Ama bin yıllık bir yolculuk küçük adımlarla başlar...
Medeniyet iddialarını koruyan, değişen şartlarda yeni bir dinamizmle yenileyebilen toplumlar, insanlığa diriltici bir ruh sunar ve tarihin akışını değiştirir...
İKİ ASIRLIK TRAVMA VE EPİSTEMİK SAVRULMA...
İki yüzyıldır, tarihi biz yapmıyoruz. Her zaman söylediğim gibi, Batılılar yapıyor; bizse tarihte tatil yapıyoruz sadece...
İki yüzyıldır ayağımızı bastığımız toprak sürgit kayıyor ayağımızın altından: O yüzden kaygan zeminlerde patinaj yapıyoruz sadece.
İki yüzyıldır, dünya tarihini sadece Batılılar yapıyor; tarihi sürükleyenler Batılılar.
Bizse, Batılıların yaptığı tarihin önünde sürükleniyoruz... Batılı kavramlarla ve kurumlarla gerçekleştirdiğimiz modernleşme, sekülerleşme yolculuğu, bizi bizden, bizim ruhköklerimizden uzaklaştırıyor; bizi bize yabancılaştırıyor; dahası bizi bize düşman ediyor ama yaşadığımız travmanın ve savrulmanın asıl nedenlerinin burada gizli olduğunu bile göremeyecek kadar zihnî bir felçleşme yaşıyoruz: Tarihte yaşamadığımız bir köleleşme biçimi bu: Epistemik kölelik.
GERÇEKLERLE YÜZLEŞMEDEN ASLÂ!
İki yüzyıllık tarihimiz, travmatik bir tarih. Tanzimat’la yönümüzü, Cumhuriyet’le yörüngemizi yitirdiğimiz bir yokoluşlar tarihi...
Yönünü ve yörüngesini yitiren bir toplum, bırakınız dünya tarihine katkıda bulunabilmeyi, kendi varlığını ve bağımsızlığını bile koruyamaz.
Kaygan zeminlerde patinaj yaptığımız, zihnî felçleşme yaşadığımız, bunun epistemik köleleşme biçimi olduğunu göremediğimiz için sorunlarımızın nedenlerini, kökenlerini, nereden kaynaklandığını da, bu sorunlarımızın üstesinden nasıl gelebileceğimizi de bilemiyoruz, kaçınılmaz olarak.
O yüzden birbirimizle boğuşup duruyoruz farklı toplum kesimleri olarak... Böylelikle enerji ve kan kaybediyoruz sürekli olarak...
Tam bir travma hâli bu.
Bu travmadan çıkmanın yegâne yolu, gerçeklerle, dünyayla ve kendimizle yüzleşmekten geçiyor, öncelikle.
Gerçekleri göremez, gerçeklerle yüzleşemezsek, geleceğe emin adımlarla yürüyemeyiz.
Gerçekleri örtbas edersek, attığımız her adım, bizi bir kez daha yeni ve daha büyük çıkmaz sokakların eşiğine fırlatır sadece.
ENERJİ VE KAN KAYBEDİYORUZ... ZAMANI KAÇIRIYORUZ...
Bu ülke, Tanzimat’la birlikte yönünü, Cumhuriyet’le birlikte yörüngesini yitirdiği için tarihten çekildi, tarihin yapılmasında hiç bir rolü yok; aksine, Batılıların yaptığı tarihin önünde oraya buraya sürüklenip duruyor sadece...
Daha da vahimi, seküleriyle, dindarıyla, bütün kesimleriyle celladına âşık: Komediye dönüşen bir trajedi bu!
O yüzden başkalarının ürünü olan seküler kavramlarla ve kurumlarla bu ülkenin önünü açacağımızı sanıyoruz... Ama bu doğrultuda attığımız her adımda daha da batıyoruz; sonra da birbirimize bağırıp-çağırıp duruyoruz!
Enerji ve kan kaybediyoruz.
Zamanı kaçıyoruz...
GENÇ KUŞAĞA RUH KAZANDIRAMAZSAK, YÜZYILI KAYBEDERİZ!
Gerçekler bunlar. Acı, travmatik ama görmek istemediğimiz, sürgit örtbas etmeye çalıştığımız yıkıcı gerçekler!
Türkiye, geldiğimiz noktada, toplum olarak ürpertici, her şeyimizi tefessüh ettiren, bin küsûr yıllık çileyle inşa ettiğimiz anlam haritalarımızı, değerlerimizi yerle bir eden ürpertici bir sekülerleşme biçimi yaşıyor...
Sadece sürükleniyor...
Bu çürüme ve sürüklenmeden en olumsuz etkilenenler genç kuşaklar...
İddiaları, idealleri, hayalleri olmayan, hız, haz ve ayartının kölesine dönüştürülen genç kuşaklar...
Aileler, çocuklarını koruyamıyor; medyada, özellikle de dijital medyada virüs gibi hızla yayılan çözücü, sığ, banal postmodern, nihilist kültürün yıkıcı etkilerinden nasıl koruyabileceklerini bile bilmiyorlar!
Bir yandan aile kurumu fenâ hâlde çatırdıyor; ruhsuz ve köksüz yapılaşma biçimleri nedeniyle mahalle kavramı ve olgusu can çekiyor, komşuluk ilişkileri yerle bir oluyor...
Öte yandan da, ailenin çatırdadığı, mahallenin çöktüğü, komşuluk ilişkilerinin yokolduğu acımasız ve ruhsuz bir dünyada ilgisiz ve sevgisiz kalan genç kuşaklar, dijital dünyanın ontolojik şiddet yüklü, tekno-pagan dünyasına kaçıyorlar; çareyi dijital dünyada kaybolmakta buluyorlar...
Türkiye’nin nüfusunun omurgasını 15-25 yaş arası genç kuşaklar oluşturuyor. Aslında, gelecek açısından müthiş bir dinamizm kaynağı bu.
Ama aile ilgisi ve sevgisinden yoksun, ruhköklerini, ideallerini, hayallerini yitiren genç kuşaklar, başkalarının iddialarının, ideallerinin ve hayallerinin kölesine dönüşüyorlar ve gözümüzün içine baka baka yok oluyorlar...
Şunu görelim artık: Eğer 15-25 yaş kuşağını kaybedersek, yüzyılı kaybederiz.
O yüzden başta eğitim kurumu olmak üzere, medyayı, kültür ve sanat hayatını kendi medeniyet ideallerimiz ve iddialarımız çerçevesinde silbaştan inşa edemezsek, varlığımızı ve bağımsızlığımızı bile koruyamayız.
Bu yazı çığlıktır.
Umarım bu çığlığı duyan olur.
Vesselâm.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.