Yusuf Kaplan

Yusuf Kaplan

Ölümü unutan insan, kendini bile hatırlayamaz

Ölümü unutan insan, kendini bile hatırlayamaz

Hayatımızı ölüme borçluyuz. Ölüm olmasaydı hem hayat olmazdı hem de hayatın bir anlamı olmazdı; dolayısıyla, hayatın anlamını idrak edebilmek imkânsızlaşırdı.

Ölüm, hayattan da gerçektir, bu anlamda: Hayatı vareden, görünür kılan, anlaşılır hâle getiren, değerini idrak etmemizi sağlayan muazzez bir gerçek.

ÖLÜM ANAHTARI’YLA AÇILIR HAYATIN KAPISI...

Ölüm, yok oluş değil; yeniden doğuştur bizim inancımızda. Yenilenerek doğuştur -yeni, taze bir hayata.

Burada münhasıran haşir hakikatinden söz ediyorum evvelemirde; öldükten sonra diriliş gerçeğinden, elbette.

Ama daha ziyade ölümün bu dünya hayatında bir diriliş olduğu hakikatine dikkat çekmek istiyorum: Ölüm, hayatı duyarak, dokunarak, bütün renkleriyle, kokularıyla, boyutlarıyla hissederek, idrak ederek yaşamanın anahtarı aslında.

Ölüm anahtarıyla açılabilir hayatın kapısı ve işte o zaman yolculuğa çıkılabilir hakikatin dünyasına bütün boyutlarıyla...

Ölümün yok edildiği, unutulduğu bir dünya yalana teslimdir; korkuya teslimdir; cehenneme teslimdir; uygar görünümlü canavarlar, medenî görünümlü barbarlar cirit atar orada!

ÖLÜM: RAHMÂN’DAN GELEN BİR RAHMET HABERCİSİ

Ölüm, hayatın kapısını açan bir hakikat anahtarıdır, dedim.

Ölüm, bu dünyanın, bu dünya hayatının, bu dünyadaki her şeyin gelip-geçici olduğunu gösterir bize: Her şey ölümlüdür bu dünyada.

Ölüm, böylelikle, her şeyden önce, hayatın, insanın ve bu dünyanın geçici olduğu fikrini ispat eder ve gösterir bize. Ölüm, bu anlamda, Rahmân’dan gelen bir rahmet haberci’si, işareti’dir.

İkinci olarak, ölümsüzlük fikrine ölüm gerçeğiyle ulaşabilir insan. Ölüm gerçeği olmadan, ölümsüzlük fikri de anlaşılamaz.

ÖLÜMSÜZLÜK FİKRİ’Nİ YİTİRİNCE...

Ölümlülük fikriyle ölümsüzlük fikri arasındaki medcezir; ya da sonluluk düşüncesiyle sonsuzluk düşüncesi arasındaki diyalektik, hayatı anlamlı kılan bir yol haritası sunar insanın önüne...

Bu yol haritasını çözecek tek varlık insandır. İnsandır; çünkü Allah’ın, ruhundan üflediği, bütün isimlerini, sıfatlarını tohum olarak yüklediği, dolayısıyla emaneti bahşettiği yegane varlıktır insan.

Ama insan, nisyan (unutkanlık) hâliyle de muttasıftır; işte ölüm, tam bu noktada, insana ne olduğunu hatırlatan en sarsıcı hatırlatıcıdır.

Hiç kimse ölmek istemez: Allah’ın insana ruhundan üflemesinin, emaneti yüklemesinin insana bahşettiği ölümsüzlük sırrı gereği böyledir bu.

Ölümsüzlük sırrı ve unutkanlık gafleti arasında salınıp duran bir varlıktır insan...

Bu dünya da aynı şekilde geçici olanla kalıcı olan arasında salınıp duran bir gemi gibidir.

İnsan, denizde, hele de fırtınalı denizlerde oraya buraya salınıp duran bir gemide yaşayamaz sonsuza dek.

Bu dünya hayatı, gelir gider gemi gibi; bir oraya bir buraya salınır durur...

İnsan, dünya hayatının kalıcı olduğunu vehmettiği an, ölümü unuttuğu zaman, ölümsüzlük fikrini kendi elleriyle yok eder, kendini oraya buraya salınıp duran gelip geçici dünyaya mahkûm eder...

ÖLÜMÜ UNUTTUKÇA, ÖLÜR İNSAN...

Ölümü unuttukça, insanî duyarlıklarını kaybeder insan.

Ölümü unuttukça, kalıcı, sonsuz, ölümsüz özelliklerini yitirir insan.

Ölümü unuttukça, insan olma vasıflarını kaybeder, gaflete düşer, insanaltı özellikler insanı köleleştirir.

Ölümü unuttukça, ölür insan...

Ölümü unuttukça, fıtratı metamorfoz geçirir / başkalaşır insanın. İnsan, fıtratını hatırladıkça insanca yaşar; ölümü hatırladıkça fıtratını idrak eder, görür, duyar, yaşar ve kendini aşar.

Fıtratını idrak eden insan kendini, imkânlarını ve zaaflarını görür, kendi kader çizgisini duyarak, hissederek yaşar adeta... Fıtratına ulaşan, fıtratına göre yaşayan insanın eline bu dünyanın yol haritası verilmiş gibidir sanki; işte bu insan, bu dünyayı güzelleştirir; insanlar, kültürler, dünyalar arasında verimli alış-verişlerin zeminini inşa eder; besler, beslenir...

Velhasılıkelam: Ölüm, hatırlamaktır. Ölüm unutmamaktır. Ölüm zamanın ve kendi’nin farkına varmaktır. Ölüm, zamanı aşmak, çağları aşan sonsuz leziz hakikate ulaşmaktır.

Ölümü unuttukça, yok olur insan. Ölümü unuttukça, kendini, kendi hakikatini, kendinde mündemiç hakikatin uçsuz bucaksız dünyasını(n izlerini) kaybeder, kendisini cehenneme dönen gelip geçici dünyaya mahkûm eder.

SEKÜLER DÜNYA, ÖLÜMÜN VE ONTOLOJİK ŞİDDETİN ARENASIDIR

Modernliğin ve postmodernliğin felsefî / ontolojik temellerinin kaynağını oluşturan seküler dünya, ölümü inkâr eden, yok etmek, en azından izafileştirmek, unutturmak için her tür yolu deneyen acıklı ve acınası ruhsuz bir dünyadır.

Bu nedenle, sekülerizm, ölümü öldürerek yani unutturarak, insanı bu dünyaya, gelip geçici olan’a, sıradan’a boyun eğdiren, bu dünyada her tür ölüme, zulme, şiddete, barbarlığa mahkûm eden bir paganizm ve barbarizm biçimidir.

Bu gerçeği, modern dünyanın en büyük üç düşünüründen biri, Hegel, görmüş; dahası, bir barbarlık ve ontolojik şiddet biçimi olarak tarif ettiği sekülerizmle ancak İslâm’ın başedebileceğini açıkça -şöyle- dile getirmiştir “Tarih Felsefesi”nin ilk cildinde (s. 199):

“Seküler olan her şey, sonuçta, zâlimliğe ve kaprisli bir şiddete dönüşür. Doğu dünyasının aydınlanması olan Muhemmedan / İslâmî ilke / hakikat, bu barbarlığı ve şiddeti durduran ve dizginleyen ilk ilke’dir.”

Sözün özü: Ölümü unutan, neyi hatırlayabilir ki? Ölümü unutan insan, kendini bile hatırlayamaz. Vesselâm.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yusuf Kaplan Arşivi