Sen başla, ben geliyorum...
Epeydir gazeteleri internetten okuyorum... Haşır huşur sayfaları çevirmenin yerini tutmuyor, ‘babadan kalma’ usullerle gazete didiklemenin keyfini de vermiyor, okurken parmaklarınız yapış yapış mürekkebe bulanmıyor, vs...
Tatsız bir iş...
Ama sırtınızda ‘laptop’, sürekli bir seyyaliyet halindeyseniz, bilgisayar ekranının donuk sevimsizliğine mahkumsunuz.
Hem de size yapayalnız olduğunu hissettiriyor...
Gazeteleri internetten okumanın barındırdığı bazı tehlikeler de var.
Hayır, ‘kanser riski’nden söz etmiyorum.
Bir kere, her şeyi birbirine karıştırıyorsunuz.
Sitecilikte henüz sayfa düzeni, renk kullanımı, çok şükür ‘editoryal katkı’ diye bir şey olmadığı için, kimin ne yazdığı, ‘iktibas’ın nerede bittiği, ‘telif’in nerede başladığı, okuduğunuz yazının esasında kime ait olduğu çoğu zaman birbirine karışıyor.
Bir vakitler, sitecilerin sunumunu ‘geçerli’ kabul ettiğim için Milliyet’in ombudsmanı Yavuz Baydar’a verip veriştirmiştim.
Epey de ağır bir yazıydı.
Sonra anlaşıldı ki, Yavuz Baydar’a ‘yüklenmeme’ neden olan açıklamalar, esasında bir başkasına aitmiş ve Yavuz Baydar da zaten bu açıklamanın ‘saçmasapanlığını’ deşifre ediyormuş.
Nasıl utandığımı anlatamam...
Hemen bir özür yazısı kaleme aldım...
Sitecilerin sunumunu doğru ve geçerli kabul etmeye devam etseydim, bu sabah okuduğum bir yazı yüzünden, ertesi gün de Hürriyet gazetesi yazarı Yalçın Bayer’den özür dileyecektim.
çünkü, Yalçın Bayer’e ait zannettiğim Orhan Karaveli imzalı yazı, sabah sabah canımın sıkılmasına, durduk yerde sinirlerlerimin gerilmesine yol açtı...
Böyle olur...
Sizin derdiniz size yetmiyormuş gibi, pişkin pişkin oturup yazarlar ve canınızı sıkarlar.
Hoş, ‘ideolojik konuşlanma’ gereği, Yalçın arkadaşımızın yaklaşımı da Karaveli’den değil, sonuçta giydirmelerim boşa gitmeyecekti, ama, ne lüzum var...
Yalçın’ı olası bir ‘fırça’dan kurtaran yazısında Orhan Karaveli, her zaman olduğu gibi (çünkü başka bir konusu yok) Nazım’dan söz ediyor.
Hani, şair Turgay Fişekçi’nin yönettiği ‘Sözcükler’ dergisi, Nazım’ın daha önce bilinmeyen (22 dizelik) bir şiirini yayınlamış, bu ‘kayıp şiir’le ilgili 500 köşe yazarı 500 yazı kaleme almıştı ya... Bu vesileyle.
Bir de tabii, 15 Ocak’ta (yani, yarın) Nazım’ın 106. doğum yıldönümünü kutluyoruz.
Bir sürü şey anlatıyor Karaveli.
Nazım’ın nasıl da haksızlıklara uğradığını, ne kadar da ‘büyük bir şair’ olduğunu, 22 dizelik bulunan şiiri karşısında heyecanlananların neden kayıp 46 bin mısrayı dert edinmediklerini, filan...
Elbette Nazım haksızlıklara uğradı.
Büyük bir şairdi de...
Fakat, bulunan şiiri, ‘Nazım fetişistleri’ kusura bakmasın ama, kötüydü.
Hakkında 500 yazı yazılmış olması bir şeyi değiştirmez.
Düpedüz kötüydü.
Muhtemelen, kayıp 46 bin dize de, kötü olduğu, ‘Nazım imajı’na zarar verdiği için bizzat şairi tarafından kaybedilmişti.
Karaveli aksini iddia ediyor, 66 bin dizelik ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’nın 46 bin dizesinin, şair tarafından, ‘saklamaları için’ kimi dostlarına dağıtıldığını, onların da ‘korkup bunları yaktığını’ söylüyor ama, ben aynı kanaatte değilim.
Peki, kanıtım ne?
Kanıtım yok. Kafadan attım, oldu.
Karaveli, yazısının sonunda, ‘Kim, ne zaman düşecek binlerce kayıp dizesinin peşine? Ne zaman ödeyeceğiz milletçe ona olan borcumuzu?’ diyor.
Ki, asıl canımı sıkan nokta burası oldu.
Nazım’a olan borcunuzu nasıl mı ödeyeceksiniz Orhan Bey?
çok kolay...
BİR: Ona gadredenlerin kim olduğunu deşifre edeceksiniz...
İKİ: Şiirlerini ve düşüncelerini müseccel bir ‘izm’e yamamaktan vazgeçeceksiniz.
Henüz eliniz kalem tutuyor, bir ucundan başlayın, biz de peşinizden geliyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.