İşte Bediüzzaman farkı!
Otorite meselesi
Bediüzzaman Said Nursi, Cumhuriyet’in en katı tek parti döneminde dünyada benzeri görülmemiş bir sonuca ulaştı: Dinden, İslâmdan arıtılmak istenilen Türkiye’de, sürekli mahpus hayatı yaşamasına veya gözetim altında tutulmasına rağmen, boyun eğmeden, taviz vermeden güçlü dinî bir akım vücuda getirdi.
Çağdaşı olan Gandi’nin İngiliz emperyalizmine karşı pasif mücadelesi bütün dünyanın tanıdığı ve yücelttiği bir örnektir. Said Nursi’nin mücadelesi emperyalist devletin değil, “millî” otoritenin baskısı altında sürdürülen bir mücadele olarak, daha ciddi zorluklarla karşı karşıya idi.
Gandi’nin mücadelesi, İngiliz sömürgeciliğine karşı bir başkaldırı olarak Hindistan halkının açık veya gizli desteğine sahipti.
Said Nursi’nin Türkiye’de dini düşünce ve yaşayışı sürdürebilme mücadelesi, böyle bir iç destekten yoksun olduğu gibi, Gandi’nin sahip olduğu dünya kamuoyunun desteğinden de mahrumdu.
Said Nursi, mahpushanelerde, imkânsızlıklar, mahrumiyetler içinde, az okur yazarlı bir alt tabakaya fikirlerini mal edebildi. Yazarak ve okuyarak gerçekleştirilen bu süreç, çok partili hayatın Türkiye’nin gündemine girdiği günlerde, bir milyona yakın bir kitleye ulaşıldığını gösteriyordu. O sıralar nüfusun 20 milyon civarında olduğu düşünülürse, Bediüzzaman’ın nasıl bir tesir sahası oluşturduğu daha iyi anlaşılabilir.
Said Nursi, fiilen otorite ile çatışmadı. Zaten bu mümkün değildi; her türlü muhalefetin yolu kesilmişti. Siyasetten uzak durdu, fikirlerini sadece kendisine ulaşabilenlere ve kendi ulaşabildiklerine telkin etti. Çünkü, teşkilata, hiç bir iletişim cihazına, yayın organına ve basılı materyale sahip değildi.
Şartlar değiştiğinde, yani 1950’den sonra din ve vicdan hürriyetini genişletebilecek bir siyasi akımı destekledi. Bu tabiatıyla, seçilmiş iktidar olan Demokrat Parti idi.
Bediüzzaman’ın bu tavrı vefatından sonra, bir parti taraftarlığı şeklinde yorumlandı ve onun bazı müntesiplerinin oluşturduğu cemaatler, Adalet Partisi’nden itibaren, “Demirel ekolü” diyebileceğimiz sağ partileri desteklediler. Zaman içinde kopmalar oldu ve Demirel’in Said Nursi’nin işareti üzerine desteklendiğini öne sürenler, daha küçük gruplar haline geldiler, fakat bu siyasi tutumlarından Demirel’in büyük prestij kaybına rağmen vazgeçmediler.
Bu bağlılığı her fırsatta gösterdikleri gibi, son olarak Gazze’ye insanî yardım vak’asında da apaçık ortaya koydular. Bütün basın yayın organları hükümetin, dışişleri bakanının ve bilhassa başbakanın İsrail’e sert tutumunu destekler mahiyette yayınlar yaparken, Demirelci grubun gazetesi, bunu birinci sayfadan görmedi. Bir kaç gün sonra, artık siyaseten bir hükmü olmayan DP’nin lideri Cindoruk’un, başbakanın bu siyasetini eleştiren ve İsrail’e daha esaslı yaptırımlarla karşılık verilmesi gerektiğini ifade eden ve başka hiç bir yayın organında yer almayan beyanatını yayınladılar.
Bediüzzaman, otorite ile çatışmadı, otorite onu etkisizleştirmeye çalıştı; fakat başarılı olamadı. Daha sonraki dönemlerde nurcu gruplar otorite ile içli dışlı oldular, fakat Bediüzzaman kadar etkili sonuç alamadılar. Otorite ile ilişkiler meselesi, Bediüzzaman için bugünkünden tamamen farklı bir zeminde değerlendirilmelidir. Bugün otorite ile ilişkiler, içerideki ilişkiler yanında uluslararası ilişkiler perspektifinden de önem taşıyor.
Bediüzzaman gibi, teşkilatsız, organsız, neredeyse tabii bir tebliğ usulünün doğrudan veya dolaylı olarak otorite ile çatışma halinde maliyet gerektirmediği söylenebilir. Organizasyon, organ ve teşkilatın sözkonusu olması halinde ise, otoritenin belirleyiciliğini hissettirmesi kaçınılmaz bir sonuç olarak görülüyor.
D. Mehmet Doğan-VAKİT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.