Yüreğimiz kan ağlıyor ama...
2009 Yılı’na, İsrail’in insanlık dışı saldırıları altında, yüreğimiz kan ağlayarak girdik. Kaç gündür televizyonlardaki canlı yayınları seyreden vatandaşlarımız, bu zulüm karşısında çaresizlik içinde kıvranıyor. Beni telefonla arayan çok sayıda vatandaş, ‘Hasan Celâl Bey, hani biz Osmanlı torunuyduk; bir zamanlar bu insanlar bizlere emanet değil miydi? Böyle eli kolu bağlı seyredecek miyiz?’ diye ağlayarak soruyorlar. Doğrusu, verecek cevabı bulamıyorum...
Son yüz yıllık tarihi düşünüyorum. Dr. Teodar Herzl’in 1897 Ağustosu’nda İsviçre’de, Basel’de topladığı 1. Siyonist Kongresi’nden bu yana tam 112 yıl geçmiş... Değeri her geçen gün daha iyi anlaşılan Sultan Abdülhamid’in, Herzl’in ısrarlı ve câzip tekliflerine rağmen Siyonistlere direnmesinin hikmeti şimdi çok daha iyi anlaşılıyor. Abdülhamid’in hâl’inden sonra İttihatçılar’ın politika değişikliğini fırsat bilen Siyonistler’in Filistin’e kalıcı şekilde yerleşmeye başlamaları; I. Dünya Savaşı’nda Kanal Harekâtı sırasında, Şerif Hüseyin’in Arapları’nın İngilizlerle birleşerek Batı Şeria’da ve Gazze’de arkamızdan vurmaları ve Osmanlı’nın sonuna kadar savaşarak Kudüs’ten ve Filistin’den çekilmesi; İsrail’in 1948’de kurulması, ancak Siyonist ‘arz-ı mev’ud’ hedefi doğrultusunda yayılmacı politikasına devamı; 1967 Arap-İsrail Savaşı sonunda, Filistin’in tamamının İsrail tarafından işgali; kırk senedir devam eden müzakereler, sayısız BM kararları, arabulucular ve İsrail’in işgal ettiği toprakları vermemek için zulüm, saldırı ve katliâmları...
***
Bu arada, İsrail’in, Filistin halkının direnişini kırmak için karşısındaki örgütleri ustaca birbirine düşürdüğünü ve küresel terörün ortaya çıkmasında esas rolü oynadığını; Filistinlilerin, Arapların ve İran’ın yanlış politikalarıyla Siyonizmin ekmeğine yağ sürdüğünü de belirtmeden geçemeyeceğiz.
Bugün Filistin’de El Fetih-Hamas ikiliği bulunmasaydı ve bu gruplar arasında bir iç çatışma olmasaydı; daha da önemlisi, bütün Filistinlileri temsil eden ve İsrail’in ‘terörist’ iddiasıyla istismar edemeyeceği bir meşrû yönetim kurulabilseydi, İsrail bu pervasız ve vahşî işgalini gerçekleştirebilir miydi?...
Osmanlı’nın tasfiyesinden sonra, ne yazık ki bu topraklarda huzur, adalet, sulh ve sükûn kalmamıştır.
***
Bu vahşet ve zulüm karşısında gönül, Türkiye’nin bilfiil müdahale etmesini isterdi. Lâkin, bu hiçbir bakımdan mümkün değildir. Herşeyden önce, bizim Ortadoğu ’da bir Merkez Ülke sıfatıyla hakemlik yapabilmemiz için, doğrudan müdahale yerine aktif bir arabulucu rolünü üstlenmemiz gerekir. Diğer taraftan, İsrail üzerinde gereken yaptırımları da uygulamamız lâzımdır.
Türkiye’nin atabileceği adımlar şu şekilde sıralanabilecektir:
1. Gazze’deki İsrail ablukasına rağmen Türkiye’den gönderilen insanî yardımların İsrail ve Mısır üzerinden veya hava ve deniz yolundan ulaştırılması için gerekenler yapılmalı; Gazze’deki yaralıların Türkiye’de tedavisi sağlanmalı yahut da Gazze’ye Türk sağlık ekipleri gönderilmelidir.
2. Türkiye, hâlen yaptığı gibi, Ortadoğu’daki diplomatik temaslarını yoğunlaştırmalı; BM Güvenlik Konseyi üyesi olarak saldırı konusunda ağırlığını koymalı ve İsrail’i ateşkese zorlamalıdır.
3. Filistin’deki siyasî grupların mutabakata varabilmeleri ve birlikte hareket edebilmeleri için arabuluculuk yapılmalıdır.
4. İsrail’in işgalini sona erdirmesine kadar Filistin’de BM Barış Gücü oluşturulmalı ve bu gücün ana ağırlığı Türkiye’nin üzerinde bulunmalıdır.
5. Obama’nın ABD Başkanlığı koltuğuna oturmasından sonra, İsrail-Filistin anlaşması konusunda çizilmesi gereken yeni yol haritasında Türkiye önemli rol üstlenmelidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.