Sultan II. Abdülhamid’in şahane cevabı
Osmanlılar, Yahudi gözünün Filistin’de olduğunu biliyorlardı. Özellikle Sultan II. Abdülhamid, Filistin’i Yahudi yerleşimine kapatmak için tedbirler almıştır.
Mesela 1882’de Kudüs Mutasarrıfına bir ferman göndererek Rus, Romen ve Bulgar pasaportu taşıyan Yahudilerin Filistin’den toprak almalarını, hatta Kudüs’e girmelerini engellemesini istemiştir.
Fakat Yahudiler çeşitli Avrupa ülkelerinin pasaportlarıyla gelmeyi sürdürmüşler, bunun üzerine Padişah, Filistin’i ziyaret etmek isteyen turistlerin üzerlerinde dini kimliklerini belirten bir sefer izni bulundurmalarını şart koşmuştur.
Bu tedbirler Filistin’e Yahudi göçünü biraz frenlemiş, ancak tamamen durduramamıştır…
Zaten Avrupa’nın egemen güçlerine bu kadarı bile aşırı geliyordu. Osmanlı bölgeden kovulmalı, ondan sonra istendiği gibi at oynatılmalıydı.
Buna rağmen Sultan II. Abdülhamid’e bir fırsat daha verdiler. Kendini Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına adayan gazeteci Theodor Herzl’i Padişah’la görüşmek üzere birkaç kez İstanbul’a gönderdiler.
Herzl, sıradan bir taşra gazetecisi değil, bir Yahudi ideologuydu. 21-31 Ağustos 1897’de Basel’de topladığı “I. Siyonist Kongresi”nde yaptığı konuşma herkesi heyecanlandırmış, keselerin ağzı “Filistin’de Yahudi Devleti” özlemi çerçevesinde açılmıştı.
Bu Kongre de ayrıca “Hedef ve Yöntem” de belirlenmişti.
Bundan sonra Avrupa’da örgütler kuruldu, fonlar oluşturuldu. Toplanan paralarla Filistin’de yaşayan Araplardan geniş topraklar satın alındı.
Sonradan Herzl İstanbul’a geldi ve 19 Mayıs 1901 tarihinde Sultan II. Abdülhamid’le ilk görüşmesini yaptı.
Yaklaşık olarak dedi ki: “Yahudiler Avrupa gıda borsasını ellerinde tutuyor ve çok para kazanıyorlar. Ben onların temsilcisiyim. Eğer bize Filistin’de bir yurt parçası verirseniz tüm dış borçlarınız ödeyebiliriz.”
Theodor Herzl’i birkaç kez oyalan Padişah, sonunda şu şahane cevabı verdi:
“Odalar dolusu altın verseniz bile vatanımın bir karış toprağını satmam!”
Bu cevap hem Sultan II. Abdülhamid’i tahtından edecekti, hem de Osmanlı Devleti’nin parçalanması kararını pekiştirecekti.
Filistin’e Yavuz’la gelen Osmanlı hâkimiyeti (ya da daha doğru bir deyişle (“hâdimiyet=kutsal beldelerin hizmetkârlığı) 13. yüzyılın sonundan 19. yüzyılın ortalarına kadar sürdü.
Bu dönem Filistin’i, Gazze’si, Kudüs’ü ile bütün bölgenin barış ve huzur içinde yaşadığı dönemdir.
İsrail eski Başbakanlarından Bayan Golde Meir’e işte buna dikkat çekmiş, daha önce yayınlanan bir yazımızın girişindeki can alıcı soruyu bu sebeple sormuştur:
“Osmanlı’nın bir çavuş onbeş yeniçeri ile yüzyıllar boyu barış içinde yönettiği bölgeyi biz elli yıldır kan deryasına döndürdük. Onlarda olup da bizde olmayan nedir?”
Söyleyeyim: Sizde “adalet” yoktur, “hürmet-merhamet” yoktur, “şefkat-hoşgörü” yoktur.
Osmanlı’da bunlar vardı. Bu yüzden kurtla kuzu yan yana yürürdü.
•
Hayat gele gele 20. yüzyıla geldi… Batının ufunetinden çıkan Birinci Dünya Savaşı’nın narına biz de yandık. Bir anda kendimizi öyle bir “Nemrut Ateşi”nin içinde bulduk ki, Balkanlar, Çanakkale, Gazze ve Sina cephelerindeki şanlı direnişimiz bir işe yaramadı. Savaştan yenik çıktık.
İngiltere temsilcisi Sir Mark Sykes ile Fransa temsilcisi M.F.George Picot 1916’da imzaladıkları “Sykes-Picot Antlaşması” ile bizi paramparça etmeye karar verdiler: Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti yıkılacak, tüm toprakları İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaştırılacaktı…
Bu yağmadan Filistin’e uluslararası bir statü düştü. Tabii bu Filistin’i Yahudi yerleşimine açmanın “ilk adım”ydı. Bir yıl sonra (1917) İngiltere Dışişleri Bakanı James Balfour, Yahudilerin lideri Edmond De Rothshild’e gönderdiği bir mektupta niyetini açıkladı: “İngiltere Hükümeti, Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerini hararetle destekliyor.”
Artık “İsrail Devleti”nin yolu açılmıştı. Gerisi hızla gelecekti…
•
1918 yılında Osmanlı askerleri Filistin’den çekilmek zorunda bırakıldı. Böylece bölge İngiliz hâkimiyetine girdi.
Bu kez Filistin’i işgal eden Yeni Haçlı Ordusu’nun kıyafetleri farklıydı gerçi, ama aynı amaca hizmet ediyorlardı. Amaç Müslümanları bölgeden atmak ve bölgedeki yeraltı kaynaklarına sahip olmaktı.
Bunun için de barış değil çatışma ortamı gerekliydi. Nitekim Araplarla Yahudilerin çatışması için fazla beklemek gerekmedi. Bölünmelerle gerginliklerin hemen arkasından çatışma geldi. Osmanlı yönetimi döneminde “dostça” yaşayan komşular İngiliz hakimiyeti döneminde birbirlerine girdiler. Bir yandan da Yahudi göçü teşvik ediliyor, iki bin sene dünyanın muhtelif yerlerinde “vatansız” yaşayan Yahudiler akın akın Filistin’e geliyordu. Nazilerden kaçan Alman Yahudileri de Filistin’e yerleşince bölgedeki Yahudi nüfus patlama yaptı: Toplam nüfusun dörtte birine ulaştı.
Gerisi malum: 1948’de İngiltere ile ABD’nin kayıtsız-şartsız desteğiyle Filistin’in bir bölümünde İsrail kuruldu.
Böylece Filistin için “Hicran Devri” yeniden başlamıştı. “Kemal”ine kadar sürüp “zeval” ile son bulacaktır…
Zira hep böyle olmuştur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.