Ah Ayasofya!
Geçtiğimiz Pazar günü, Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürülmesinin 74. yıldönümüydü (01 Şubat, 1935)...
Herkes Davos’ta filan dolaşırken benim gözlerimin önüne Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazı canlandı... Sıradan bir şehzâdeyi “Fatih” yapan insanların başında gelen hocası Molla Ak Şemsüddin’in fetih konuşmasını duyar gibi oldum...
“Ey gaziler!..” diyordu, “bilin, agâh olun ki, cümleniz hakkında Ahir zaman Peygamberi ol Server-i Kâinat Efendimiz Hazretleri, ‘Onlar ne güzel askerdir’ buyurmuştur. İnşallah cümlemiz mağfuruz. Fakat gaza malını israf etmeyüb Konstantiniyye içinde hayır ve hasenata sarf ve Padişahınıza itaat ve muhabbet ediniz.”
Konuşmasının ardından şanlı talebesinin başına iki çatal ablak sorgucu takmış ve sözlerini “fisebil-illâh mücahid” olması dileğiyle tamamlamıştır: “Bütün Al-i Osman’ın ab-ı ruyu [şerefi, namusu, haysiyeti] oldun. Heman mücahid-i fi sebil-illâh ol!”
•
Mimarlar, kalfalar, işçiler, gece gündüz çalışarak, Salı günü fethedilen şehrin en büyük mabedi olan Ayasofya’yı Cuma gününe hazırlamışlardı... Gerekli her türlü değişiklik bu kısa süreye sığmıştı. Çağına göre müthiş bir hız: Osmanlı’yı çadırdan alıp çok kısa bir süre içerisinde imparatorluk burcuna yükselten de işte bu baş döndürücü hızdır!
Alaca karanlıktan başlayarak mabedin avlusu dolmaya başlıyor. “Feth-i Mübin”i yaşayanlar, ilk cumanın heyecanını da yaşamak için kitleler halinde Ayasofya’ya geliyorlar. Dört koldan ırmaklar Ayasofya’ya akıyor, insan gölü büyüdükçe büyüyor.
Öğleye yakın saatlerde genç Padişah görünüyor. Sağında, solunda hocaları, arkasında vüzera, ümera ve nihayet fetih şanlı kafilesi, gaziler ordusu...
Tekbir sesleri İstanbul’u Müslümanlaştırırken, şanlı ordu, genç, ama imanlı, ihlâslı ve kararlı serdarının arkasında Ayasofya’ya giriyor.
Nihayet ezan... Cumanın ilk sünneti kılındıktan sonra, Ak Şemsüddin-i Velî ağır ağır doğruluyor. Padişah’ın elini tutuyor. Cihanı yerinden kaldırırcasına ayağa kaldırıyor.
Şimdi mürit, mürşidinin kolundadır; birkaç gün öncesine kadar kilise olan bir mabedin içinde Peygamber müjdesinin doruğuna yürüyorlar... Bir anda hıçkırıklar zikre duruyor, dizgini boşalan heyecan şaha kalkıyor, gözler sevinçten ağlarken, gönüller tekbir doluyor.
Sultan İkinci Mehmed Han, artık minberdedir. Her basamağı dualarla döşeyip zirveye yükseliyor. Elinde Peygamber kılıcı, dilinde dua ve zikir... Hıçkırığa benzer sesiyle hutbesine başlıyor: “Elhamdülillah, Elhamdülillah.”
Hutbe bitip minberden indikte, mürşidini imamete geçiriyor ve tam arkasında durup onunla birlikte tekbir alıyor: “Allahüekber!” Çağ bu tekbirlerle delinmiştir.
Bu cami tam 481 sene secde izi taşıyan alınlara secdegâh olduktan sonra, hâlâ tartışmalı, 14.11.1934 tarihli bir bakanlar kurulu kararıyla müzeye çevrilip namaza kapatılıyor.
O gün Ayasofya, bu milletin yüreğinde derin bir hüzne, acıya ve tekrar hasrete dönüşüyor.
Bu münasebetle bir kez daha söylüyorum: Osmanlı Devleti’nin kuruluş amacı Bizans’ın fethi, fethin dayanağı, Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in fethe ilişkin müjdesi, (Ahmed bin Hanbel’in, Müsned’inde de yer alan; [c.4, s.335] meşhur hadis-i şerif) müjdenin yüreği ise Ayasofya’dır.
Ayasofyasız İstanbul, İstanbulsuz Türkiye olmaz! Ayasofya’yı sıradan bir mabet olmaktan çıkarıp sembolleştiren saik, Peygamber müjdesi şehrin yüreğini teşkil etmesidir. Bu kimliği ile Ayasofya, Osmanlı Asırlarında çok önemsenmiş, o kadar ki, Ayasofya İmamına saray protokolünde yer verilmiştir.
Şimdi, ölüm yıldönümünde (03 Şubat 2002) rahmetle andığımız Medine yürekli şair Ali Ulvi Kurucu’nun “Ayasofya” başlıklı şiirinden bir bölüm sunuyorum:
“Ürperdi hayalim, bu nasıl korkulu rüya...
“Şaştım, neyi temsil ediyorsun, Ayasofya?
“Çöller gibi ıssız, ne hazin ülke muhitin,
“Yâd el gibi, yurdunda garip olmalı mıydın?
“Bayram, Ramazan, Cuma, mübarek gecelerde
“Âvize değil, mum bile yanmaz mı içerde?
“Hangi eller sana akşamları zincir vuruyor?..
“Yüce feryadını, kimler boğuyor, susturuyor?
“Ey derin facia, manzumeye sen sığmazsın,
“Tutuşup yanmada kalbim, seni tarih yazsın!”
“Ayasofya bir Osmanlı eseridir” demekte, hiçbir mahzur yoktur, zira 1453’te İstanbul’u fetheden Osmanlılar, şehri de Ayasofya’yı da harabe halde bulmuşlardı.
Muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış, altın, gümüş gibi değerli madenler, bir zamanlar Bizans’ı kurtarmak için İstanbul’a gelen Haçlılar tarafından bölüşülmüştü. Kubbesinin tepesindeki altın haç bile çalınmıştı... Müverrih Tursun Bey, bir görgü şahidi olarak fethin Ayasofya’sını şöyle anlatır:
“Onun rahnesine tas koyacak bir mimar kalmamış, mamur olarak sadece bir kubbesi kalmıştı. Padişah-ı Cihan bu binayı harab ve yebab (yıkık) görünce, ahır harap olmasun deyü tamirini ve bakımını emretti.”
İşte bu yüzden Ayasofya, Hıristiyan Bizans’tan çok Müslüman Türk’ün eseridir. Bu gerçeği Paul Wittek gibi vicdanlı müsteşrikler bile vurgulama gereği duymuşlardır.
Wittek şöyle diyor: “Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.