Davos’taki kükremenin gereğini yapabilmek
Tuhaf bir kader bu, çok tuhaf…
Başından beri yüreği Filistin halkıyla birlikte çarpan, çocukların bombalarla öldürülmesi karşısında içi kanayan, o acı ile duyarsız dünyaya karşı Davos’ta kükreyen Başbakanımız, ne acıdır ki; İsrail pilotlarının Türkiye’de eğitilmesini önleyemiyor…
Bunu önleyemediği için de, Gazze gerçeği, içimizde daha fazla kanamaya başlıyor.
Peki ama bu böyle olmak zorunda mı?
Milletin yarısına yakını tarafından seçilen siyasi iktidarın bile bunu önleyecek gücü yok mu?
Sanırım yok!
Çünkü bölgedeki iki büyük gücün (Türkiye ve İsrail’in) birbirine muhtaç olup menfaat ortaklığı içinde kalmalarını Amerika istiyor…
Bu politikadan Türkiye’nin payına büyük bir çelişki düşüyor: Eğittiği pilotlar vasıtasıyla mazlum Filistinlilerin bombalanması çelişkisi…
Bu yüzden de milletimizin acısı ikiye katlanıyor. “Bizden biri” (milletin duyarlılığını içinde hisseden biri anlamında) saydığımız Başbakanımızın da acısı eminim bu sebeple daha çok büyüyor.
Davos’ta salt Peres’e ve panelin moderatörüne karşı değil, Gazze dramına duyarsız kalan sözde medeni dünyaya karşı kükreyen, işte bu içinde büyüyen acıdır!
Başbakanımızı asıl çıldırtan, “Neden iktidar olduğum halde muktedir olamıyor, Türkiye’nin konumunu belirleyemiyorum” çaresizliğidir!
Ama bu değiştirilebilir…
Bir gün milletimiz, iktidara taşıdığı siyasi kadroların arkasında kale gibi durursa, Türkiye’nin kaderi değişir…
O gün olmazlar olmaya başlar…
Şimdilik ve öteden beri, Türkiye’yi siyasi kadrolardan ziyade, tek parti zihniyetli geleneksel bürokratik kadrolar yönetiyor…
Bu yüzden iktidar değişse bile (bürokratik zihniyet değişmediği için) Türkiye’nin kaderi değişmiyor…
Milletin istediği, devlete bir türlü yansımıyor.
Biraz yansımaya başladığı zaman ise, derhal hukuk dışı, meşruiyet dışı oluşumlar başlıyor.
Buyurun “mason locaları”na…
Buyurun “Halâskâr-ı zabitan”a (Kurtarıcı subaylar hareketi)…
Buyurun “derin devlet”e…
Buyurun “Ergenekon”a…
Ya da ne bileyim işte, buyurun “Encümen-i Daniş”e.
Bazen halkı “Komünizm tehlikesi” ile uyutur, istediklerini yaparlar…
Bazen “Faşizm” diye ürkütür, istediklerini yaparlar…
Bazen “irtica tehdidi” diye korkutur, yine istediklerini yaparlar.
Gerekirse komünizmle, faşizmle, hatta “Hizbullah”la işbirliği yapıp “öteki”leri sindirir, sustururlar!
Maksat, milletin istediği olmasın!
Siyasi iktidarlar “muktedir” konuma geçemesin.
Biliyorsunuz, Türkiye’de ilk demokratik seçim 14 Mayıs 1950’de gerçekleşti. Yılların CHP iktidarı bu seçimle değişti.
Millet, eline geçen ilk fırsatta “devlet partisi” diye geçinen CHP’yi alaşağı edip, tüm eksik ve noksanlarına, hatta CHP kökünden gelmesine rağmen, bir “ehven-i şer” anlayışı içinde Demokrat Parti’yi iktidar yaptı…
Ama Celal Bayar Çankaya’ya (Cumhurbaşkanlığına), Adnan Menderes köşke (başbakanlığa) çıkar çıkmaz orduda, medyada (o zamanki adı matbuat) ve bürokraside derhal “lobi”ler oluştu.
Sanırım medyadaki lobinin ilk görevi, halktan yana tavır alan Başbakan Adnan Menderes’e gözdağı vermekti… Bu amaçla 6 Haziran 1950 tarihli Akşam Gazetesi’nde çıkan “Halkçı” imzalı yazıda tehditler savruluyordu:
“Atatürk başını kaldırsa, Menderes’i hemen… İstiklâl Mahkemesi’ne verirdi. Çok yazık olurdu. Değerli bir devlet adamını kaybederdik.”
Bu tehditler hiç susmadı, Menderes 17 Eylül 1961 tarihinde İmralı’da idam edildiği güne kadar sürdü.
Başbakanın asılarak öldürüldüğü gün, milletin yapabildiği tek şey ise kapıları kilitleyip ağlamaktan ibaretti. Ne bir itiraz yükseltti, ne protesto etti, ne de sokağa dökülüp sessizce yürümeyi göze alabildi.
Belki de çözüm burada, sevgili dostlarım…
Belki de hiçbir şeyi göze alamadığımız için böyle için için yanıyor, iktidar olsak bile “muktedir” olamıyoruz!
Millet olarak diri durmanın ve iktidarı diri tutmanın tam zamanıdır!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.