Biz ve kitaplarımız
Herhangi birinin kitaplığını görmek, ya da okumayı tercih ettiği kitapları bilmek, insanı, o kişi hakkında üç aşağı beş yukarı bir kanaat sahibi yapar.
Hani, “Söyle arkadaşını kim olduğunu söyleyeyim” derler ya, tam da bu hesap işte...
“Söyle kitaplarını nasıl biri olduğunu söyleyeyim!”
Kimi kitaplar “bencil” olmayı öğretir, kimi kitaplar insanı merhametsizliğe teşvik eder. Özellikle “kişisel başarı” kitapları böyledir. Okuyanlara mutlaka “başarılı” olmaları telkin edilir. Başkalarının emeğine ve yüreğine basarak ulaşılacak başarının insanlıkla ilgisi hiç sorgulanmaz. İnsanlık o kitapları yazanların çok da umurlarında değildir. Önemsedikleri tek şey vardır: Başarı!
İnsanı başarıya öyle bir kilitleme kilitlerler ki, insanlıktan koptuğunu dahi fark edemez. Masum yüreklerin üzerinde tepine tepine zirveye çıkmaya çalışır.
Arkasına nefretten, bedduadan, “ah” ve eninden ibaret bir iz bırakır. Zaten o seviyeye çıkana kadar belli bir yaşa gelmiş, mezarlıkların çağrısı başlamıştır. Çoğu çıktıkları zirvelerin tadını bile çıkaramadan yıkılır giderler. Arkalarında onlara duyulan nefretin izi kalır yalnız.
İnsanları başarıdan çok sevgiye çağırmak lâzım...
Önce “insan” olmaya, sevmeye ve sevilmeye...
Bazı kitaplar da işte bunu yapar: İnsanları “yürek adam” safına çağırırlar.
Önce insan sonra doktor, sonra mimar, sonra mühendis, sonra gazeteci, sonra bakan, başbakan, kral, sultan!..
Önce insan olamadıktan sonra hayatın zirvesine kurulsanız bile, ne kendinize hayrınız dokunur, ne milletinize, ne de insanlık âlemine!
Bu yüzden iyi kitap iyi bir arkadaştır!
Ama bizde spekülâtif amaçlarla yazılmış abuk-sabuk kitaplar “çok satan”lar listesine çıkarken, “insanlığa çağrı” mahiyetinde olan beyin ve yürek ürünleri vitrinlerde kalır.
Zaten çok az okuyan bir milletiz. Düşünün ki, Amerika’da yılda 72 bin, Almanya’da 65 bin, İngiltere’de 48 bin, Fransa’da 39 bin, Brezilya’da 13 bin çeşit kitap basılırken, Türkiye’de sadece 6 bin 31 çeşit kitap basılabiliyor. Bunlarının kaçının gerçekten okunduğu ise tam bir muamma, çünkü gösteriş amaçlı olarak kapak rengine göre kitap alan garip bir millete dönüşmüşüz.
Japonya’da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa’da 0,7... Türkiye’de ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor. İstatistiklere göre, Türkiye’de basılan kitapların yüzde 47’sini üniversite öğrencileri, yüzde 35’ini lise öğrencileri satın alıyor. İlköğretim öğrencilerinin kitap alma oranı yüzde 18... Yaş küçüldükçe kitap okuma oranı düşüyor kısacası. Oysa okuma alışkanlığı ailede edinilip ilköğretimde pekiştirilir. Lise yaşı ise aynı zamanda iyi bir okuyucu olma yaşıdır.
Hâlbuki liselilerimizde maalesef şiddet kol geziyor. (Şiddete ilişkin haberler sık sık gazetelere yansıyor) “Öğrenme”nin keyfe dönüşmediği toplumlarda, şiddet, cehaletin göstergesi olarak gelişir... Bunun önüne geçmek için çocuklara insan olmanın anlamını yaşatmak lâzım. Bunu en iyi kitaplarla yapabiliriz. Ama “Oku çocuğum” demekle olmuyor. Zaten pek çok aile “yabancı kitap” dediği ders kitabı harici eserlere yan bakıyor...
Ayrıca ailelerin çoğu televizyon dışındaki dünyaya kapılarını sımsıkı kapatmış durumdalar. Evlere kitap, dergi, gazete girmiyor. Ufuklar televizyon ekranıyla sınırlı. Anne-babasını kitap okurken görmeyen çocuğun “okur” olması çok zor. Bu yüzden çocuklarımızın çoğu sadece “seyirci” olarak yetişiyor: Hayatı dışarıdan seyrediyorlar.
Dünyaya geldiğim köy evinde iyi ki kitaplar varmış. İyi ki annem, babam ve ablalarım fırsat buldukça kitap okurlarmış. İyi ki ilkokul öğretmenim Hikmet Bey, henüz üçüncü sınıf çocuğu iken, “Çocuklar, bulduğunuz her boş kâğıdı yazarak, yazılı kâğıdı okuyarak değerlendirin” demiş...
Fakat çocukluğumun dünyasında kitaba ulaşmak, kitapla buluşmak o kadar zordu ki...
Bir gün yerde bulduğum yarım birkaç sayfanın kitabını elde etmek için iki saat yürüyüp ilçeye gitmiş, ilçenin tek kitapçısında aradığım “Sefiller”i bulamadığımda ise müthiş bir hayal kırıklığına uğramıştım...
Biz kitabın peşini kovalardık anlayacağınız, şimdi kitap bizi kovalıyor, ama kaçımız aldırıyor?
Gerçekten de çocukluğum kitapsız bir dünyadır! Kimi kitaplar “sakıncalı” sayılıp yasaklanırken, dini ve millî kültürümüzün kıyısından dahi geçmemiş Batı klâsikleri, hem devlet eliyle basılır, hem de devlet zoruyla okutulurdu. Arkasından sol yayınlar kitapçı vitrinlerini doldurdu. Onlar da en az Batı klasikleri kadar bize, inancımıza, geleneklerimize, üslubumuza yabancıydı.
Günümüz ise çok farklı: Yayın açısından oldukça zenginiz. Bize bizi anlatan eserlere ömür veren yazarlar yetişti. Bin bir emekle yüreklerini satırlara döktüler, beyinlerini kitaba geçirdiler. Dönüp bakmazsak, yazarlar “Niçin yazıyorum?” sorusunu kendilerine sormak zorunda kalırlar. Ve beyinsel gelişme tıkanır. Bugünü bile mumla ararız.
Elbette kötü gazete, kötü dergi, kötü kitap da var. Ama şükür iyileri hiç az değil. Bu durumda bize “iyi” ile “kötü” arasında doğru tercih yapmak kalıyor...
Tüm hayatımız zaten bu tercihlerle şekillenmiyor mu?
Tercihi doğru yapabilmenin yolu kitaptan, kültürden geçiyor.
“Osmanlı Demokrasisinden Cumhuriyet Türkiyesine” adını verdiğim son kitabım doğru tercihin yöntemlerini de kapsıyor. Sanırım çocuklarınıza başta tarih olmak üzere yaşama dair bilgi ve tecrübelerinizi nasıl aktaracağınız konusunda da bazı ipuçları veriyor.
Faydalanacağınızdan eminim.
-
NOT: 08 Mart 2009 Pazar günü (bugün), Bursa/ Buttim’deki TÜYAP Kitap Fuarı’nda, saat 13. 15’de “Osmanlı Demokrasisinden Cumhuriyet Türkiyesine” konulu bir konferans verip akabinde Nesil Yayınları Moral FM standında kitaplarımı imzalayacağım. Hepinizi bekliyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.