'Kemalist kimlik'ten 'model kimlik'e
Davos sonrası İsrail'in ve ABD'nin Türkiye'yi cezalandıracağını söyleyenler yine yanıldılar, yazık. Obama, ilk Avrupa gezisinde Türkiye'yi de ziyaret edecek.
Amerikan siyasetini belki de en iyi bilen iki yorumcuya, Yasemin Çongar ve Ömer Taşpınar'a göre yeni yönetim nezdinde Türkiye'nin önemi 'nerede' olduğundan ziyade, ilk defa, 'kim' olduğuna ve 'ne yaptığı'na bağlı. Yıllarca müttefiklerine pasif bir şekilde 'stratejik konumunu' pazarlayan bir ülkenin 'kimliği' ve 'politikaları' küresel etkiler yaratan bir konuma ulaşması önemli bir gelişme.
Kimlik deyince Kemalist, laikçi ve otoriter 'devlet kimliği'nden söz etmiyoruz. Bu kimlik unsurlarının Türkiye'yi içeri kapattığı, yalnızlaştırdığı ve istikrarsızlaştırdığı, hem içeride hem dışarıda genel kabul görmüş bir gerçek artık. Laikçi-otoriter bir Kemalist devlet kimliği, yarattığı toplumsal çatışmalarla Türkiye'yi içeriye kapatan, demokrasiyi bastıran ve bölgede Türkiye'yi yalnızlaştıran bir kimlik. Hatta, içerideki kırılmaları yapıştırmak için bölgesini tehdit olarak gören, dolayısıyla da dönüp bölgesini tehdit eden bu kimlik geçmişte kaldı.
Artık, devletten bağımsızlaştıkça küresel bir cazibenin de merkezi olan 'toplumsal kimlik'ten söz ediyoruz. Dindar fakat demokrat, muhafazakâr ama dünyaya açık, piyasa ekonomisi içinde küresel rekabete hazır, AB üyeliğinden yana bir toplumsal kimlik var. Bu 'yeni toplum'un Müslüman ve de demokrat duruşu, Müslüman kimliği ile demokratik ve laik bir siyasal rejim arasında sorun görmemesi, hatta muhafazakâr-dindar kesimlerin giderek demokrasi ve AB hedeflerinin gerçekleşmesi için kilit bir rol oynamaya başlaması uluslararası toplumun da dikkatinden kaçmıyor. Obama'nın Türkiye ziyareti bunun bir tasdiki.
AK Parti'nin bu süreçte oynadığı rol çok değerli: AK Parti, tevarüs ettiği 'dindar kimlik' ile 'modern siyasal değerler' arasında bir karşıtlık bulunmadığını; demokrasi, piyasa ekonomisi ve AB üyeliğinin İslamî kimlikle uyumlu olabileceğini göstererek bütün dünyada ezberleri bozdu ve bir 'model kimlik' yarattı.
Oysa yıllarca Türkiye'nin 'otoriter laik rejimi' Batı'ya ve İslam ülkelerine pazarlanmaya çalışıldı. Ama bırakın bölgede model olmayı, ülke içinde bile toplumsal barışı bozan, siyasal istikrarı ve demokrasiyi tehdit eden bir laiklik anlayışı ortaya çıktı. Radikal laikliğin demokrasiyi tehdit ettiğini gören Batı da son yıllarda 'ılımlı ve demokratik laiklik' yorumunun gerektiğini hatırlatır oldu.
Türkiye'nin orijinalliği radikal, otoriter laikliği değildi çünkü. Bu tarz örnekler Ortadoğu İslam ülkelerinde eksik de değildi. Faşizan Baas hareketi bal gibi radikal laikçi bir hareketti. Bölgenin ihtiyaç duyduğu, toplumsal İslamî kimliği ile laik ve demokratik bir siyasal düzenin uyumuydu.
Türkiye modeli bu; İslamî toplumsal kimlik ile demokrasinin, özgürlükler rejiminin ve AB üyelik hedefinin çelişmediğinin izharı.
Bütün bunlar Türkiye'nin içe kapalı, dış dünyayı tehditlerden ibaret gören, güvensiz ve vizyonsuz 'ulus-devlet' kabuğunu kırmasıyla mümkün oluyor. Türkiye, içeride barışı demokratik kurumlar ve değerler üzerine kurdukça bölge ülkeleri için çekim merkezi haline geliyor. Sonuçta, içeride kurulan barış, refah ve özgürlük ortamını garanti altına alacak bir 'barış kuşağı' oluşturmak da gerekiyor. Türkiye'nin Suriye ile İsrail arasında barışın kurulmasına katkı sunmaya çalışması, Lübnan'da bütün taraflara itidal tavsiyesi, Hamas ile El-Fetih'i bir araya getirme girişimleri, ABD ile İran ve Suriye arasında köprüler kurmaya yoğunlaşması ve Kafkaslar'da yeni açılımlar, bu çabanın birer parçası.
Yeni 'toplumsal kimliğin' temel öncelikleri; demokratikleşme, kalkınma ve AB üyeliği. Bu hedeflere ulaşmanın yolu ise bölgede barışın kurulması ve kurumsallaşması. Bölgesine barış ve istikrar dikte eden bir ülke... Türkiye bölgesinde yeni bir 'pax' kuruyor...