M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Gençlerle Sohbet

Gençlerle Sohbet

Cumartesi gecesi Fatih'te 20 kişilik bir öğrenci grubu ile sohbet ettim. İzin alarak kendilerine bazı sorular yönelttim.

Birine Cenâb-ı Hakk'ın on dört sıfatını sordum, bildi. Fuzulî'den bir beyit okuyabilen var mı dedim, birkaç kişi okudu. Ziya Paşa'dan da beyit okuyan çıktı.

Eskiden, bundan yetmiş seksen yıl önce, lise mezunları, Darülfünun (Üniversite) talebeleri içinde Fuzulî'nin su kasidesini ezbere bilenler bulunurmuş...

Müslüman gençlere ilmihalleri iyi öğretilmiyor.

O gece orada olan gençlerin hepsi namaz kılıyormuş. Lakin ibadet esnasında başlarını bir takke, bir imame ile örtmüyorlarmış. Bu bir eksikliktir.

Gençlere, istidatları varsa geleneksel İslâm sanatlarından bir sanatı öğrenmelerini tavsiye ettim. Sanat insana yeni bir boyut ve güç kazandırır. Sanatla uğraşan kişi mutlu olur. Hem de geçimi genişler.

İstanbul'da üç bin cami var. Bunların en az üç yüzünün hocasının bir sanatla profesyonelce meşgul olması lazımdır.

Hep hat, tezhib, ebru sanatı değil. Daha yüzlerce sanat ve zanaat dalı var. Mesela, keşke belediyelerden biri el yapımı kağıt sanatı konusunda bir kurs açsa, güzel kağıtlar yapılsa, bunlar boyansa, aherlense...

Hangi branşta yüksek tahsil yapıyorlarsa yapsınlar bütün Müslüman gençlere Osmanlıca öğretilmelidir. Lisan doktora da lazım, jeoloji mühendisine de.

Yine bütün gençlerimize görgü dersyeri verilmelidir. Onları görgüsüz olmakla itham etmiyorum ama yine de ders verilmelidir. Kapı çalmanın, telefon etmenin, giyimin kuşamın, her şeyin kuralı var. Mesela bir toplulukta parmak ve kemik çıtlatmak ayıptır...

Ders ve kurs konularının listesi çok uzundur.

Yazılı ve edebî zengin Türkçe dersleri.

Akaid ve fıkıh dersleri.

Medenî Müslüman olma dersleri.

Mürüvvet ve fütüvvet dersleri.

Mantık dersleri.

Psikolojiden dikkat, merak ve hafıza dersleri.

Dekorasyon dersleri.

Ahlâk ve edeb dersleri. (Nazariye değil, aksiyon, tatbikat öğretilecek...)

Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye'nin kavaid-i külliye kısmının dersleri...

Estetik, mimarlık, şehircilik, peyzaj dersleri...

Daha neler neler...

Üsküdar'a Gidiş Dönüş

Pazar, 15 Mart 2009. Hava güneşli, soğuk fazla değil. Bugün Kasımpaşa taraflarında gezecektim, bir aksilik oldu gidemedim. Öğleden sonra nereye gitsem? Tünel'den veya Taksim'den Beyoğlu'na mı çıksam, Beşiktaş'a veya Ortaköy'e mi uzansam, yoksa Kadıköy'üne mi?... Hayır hayır, epeydir gitmiyorum, bu güneşli günde Üsküdar'a gideyim...

Saat 13 vapuruna bindim, merdiven çıkmamak için düzayak salona oturdum. Gemi çok temiz. Herkes sakin. Lakin birkaç sıra öndeki bir çift laubali hareket ediyor. Rahatsız oldum, mecburen üst kata çıktım, denizi gören bir sıraya oturdum.

Laubali çift o kadar genç değil, otuz yaşlarında... Çocuklarını kim bilir ne kadar kötü yetiştiriyorlardır. Yazık...

Denize bakıyorum. Eskiden Sirkeci Karaköy tarafından karabatak görünmezdi. Denizde birbirinden ayrı iki karabatak yüzüyor, biri tepeli. Oldum olası, çocukluğumdan beri karabatakları çok severim, sempatik hayvanlar. Su üzerinde yüzerken birden dalıyorlar, epey görünmüyorlar, bir müddet sonra yüz metre ötede tekrar zuhur ediyorlar. Her halde balık avlıyorlar.

Beyaz deniz kuşları birkaç çeşit. Martılar büyük, bir de onların yarısı, hattâ üçte biri kadar, tüyleri beyaz, bazısının başları siyah kuşlar var. Keşke yanıma bir bayat ekmek alıp da onlara atsaydım.

Martılar bazen adamın elinden ekmeği kapıp kaçıyor. Vapurdan kuşlara ekmek atmak küçük bir iyiliktir, onların ekmekleri kapışmalarını seyretmek küçük bir mutluluktur. Herkesin yapabileceği bir iyilik, elde edebileceği bir mutluluk.

Üsküdar'a geldik. İskele karşısındaki Mihrimah Sultan Camii, ne büyük bir sanat eseri. Bundan elli altmış yıl önce, Sinan yapısı bu caminin arka tarafında yukarıya doğru ahşap evler, konaklar görülürdü. Şimdi hiçbiri kalmadı. Yerlerinde çirkin beton binalar yükseliyor. İstenseydi bu beton binalar bu kadar çirkin olmazdı, çirkin görünmezdi. Yazık.

Meydandaki nefis çeşmeyi geçiyorum, arka sokaktan Üsküdar'ın meşhur lokantasına gidiyorum. Bugün kendime ziyafet çekeyim. Gerçi yiyeceğim bir tabak yemek.

Kapıdan girerken, benim gibi lokantaya gelen orta yaşlı bir bey kapıyı açıyor ve bendenize "Buyurun efendim" diyor. Onun bu nezaketine teşekkür ediyorum, siz buyurun diyorum ama ısrar ediyor, mecburen geçiyorum. O da giriyor ve bana "Sizinle fikirlerimiz uyuşmaz ama yaşça büyüksünüz sizin önce girmeniz gerekirdi" diyor. "Fikirlerimizin farklı olması... Bu da ülkede bir zenginliktir..." cevabını veriyorum. "Keşke herkes sizin gibi düşünse..." diyor.

Ortega Y. Gasset (Hangi kitabındaydı?) bir ülkedeki azınlıkların, farklılıkların oraya zenginlik getirdiğini yazar anlatır.

Yemekten sonra çarşıya pazara çıkıyorum. Ya Rabbi, Üsküdar ne kadar kalabalık!.. Gelmişken eskici pazarına uğruyorum, bir hanımefendinin dükkanından üç parça eski eşya alıyorum. Eski eşya dedim, antika demedim. Antikanın tarifi vardır, eski eşya başka o başkadır. Aldıklarım: Üzeri boyalı, sırlı bir Kınık testisi, Arapça yazılı işlemeli küçük sarıdan bir tepsi ve bir de ortasında amblem bulunan eski bir tabak. Kim bilir hangi ailenin özel yaptırılmış sofra takımından geriye kalmış. Küçük bir atığı ve çatlağı var. Keyfe keder...

Eski eşya satan hanımefendinin beyinin alt katta ayrı bir dükkanı varmış, o da geliyor, birlikte sohbet ediyoruz. Bana kahve ikram ediyorlar. Kahvecinin meraklı bir esnaf olduğu anlaşılıyor. Zarflı kapaklı fincanlar, kahvenin yanında üzeri çikolata kaplı kahve drajeleri ve su. İstanbul'da kahve böyle içilir. Dükkan sahiplerinin oğulları askerdeymiş, Mayısta terhis olacakmış, okumayı çok seviyormuş, günde saatlerce kültür kitapları okuyormuş. Tebrik ediyorum.

Artık eve döneyim. Çarşıda esnaftan bir zat beni tanıyor, ayak üstü konuşuyoruz. Bugün gazetesinden bahsediyor, toplu sabah namazlarını hatırlıyor.

Vapur çok şükür fazla kalabalık değil. Karşı tarafta liseli olduklarını tahmin ettiğim dört terbiyeli genç, cep telefonlarıyla çektikleri fotoğraflara bakıyorlar. Keşke edebiyattan, tarihten, güzel sanatlardan, ciddî kültür konularından bahs etseler.

Eminönü'ne geldik, hava bozdu. Sirkeci'de tren istasyonuna bakan caddede Konyalının yanına bir börekçi-tatlıcı açılmış. Eve gittiğimde hazırlayacağım çayın yanında yemek için bir şeyler alayım diyorum. Mâmullerini denemiş olurum. Sahipleri olan bey ve hanımı, sizi nereden tanıyoruz acaba diyorlar. Kendimi tanıtıyorum. Ayak üstü biraz yarenlik ediyoruz. Ailenin büyük hanımı da orada. Çalışanlardan genç bir hanım sokakta bulduğu kedilere evde bakıyormuş. Benim de kedilerim var diyorum. Beni bırakmıyorlar, çay ikram ediyorlar. Tahmin etmezdim, nefis bir çay.

Yorgun argın eve geliyorum. İki kediyi biraz güneşlensinler diye balkona çıkartmıştım. Üşümüşler, kapıyı açar açmaz fırtına gibi salona giriyorlar.

Üsküdar'da İslambol adlı bir kitapçıya girmiştim ama kitap alamadım. Bu benim için bir kayıptır. Her gün almalıyım. Gerçi evde çok kitap var ama...

Bir eskicide Limoges markalı eski bir porselen kupa gördüm. Fiyatı 200 lira olduğu için alamadım. Bir kupaya bu kadar fazla para veremem.

Eve biraz yiyecek almam lazımdı, taşıyamayacağım için onları da alamadım.

Bir gün de böyle geçti. Bugün kimseye kötülük yapmadım sanırım. Acaba küçük de olsa iyilik yapabildim mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi