Köyde muhtar seçimi
Eskiden milletvekilliği veya belediye başkanlığı seçimlerinde vatandaşın istekleri Yenice sigarasının kapağına yazılır, vatandaş da kendisine önem verildiğine inanırdı.
Milletvekilinin sigarası bitince paketi atar ve istek de kaybolurdu.
Dört yıl sonra yine aynı yere geldiğinde isteği yerine getirilmeyen vatandaş aynı isteğini tekrarlayınca aday, Yenice sigarasının paketini çıkarmaya davranırken vatandaş, atılan paketin öbür yüzünü sunar ve buraya yazabilirsiniz der.
Bu fıkra gibi hayatlar yazılıp çizilince insanlar güler ve biraz olsun rahatlardı.
Şimdilerde ise istekler de yok.
Çaresizce dinlemek var. Dermansız ellerle alkışlamak var.
Adaylar da rahatladılar. Yenice sigarası piyasada yok. Vatandaştan istek yok, sessizce dinlemek var.
Vatandaş, adaylarını bile bilmiyor. O yalnız parti adını, partinin başkanını biliyor ve ona göre oy kullanıyor.
Bu arada vatandaşın bazıları da zarar ediyor.
Eskiden milletvekilliği için ön seçim olurdu ve her partinin delegesinin oylarıyla adaylar sıralamada yerlerini alırlardı.
Milletvekili adayları, parti delegelerine bir şeyler verirlerdi.
Mesela delege sayısına göre on liralıkları alır, tam ortadan kestirir, on liranın kesilmiş yarısını delegeye verir, diğer yarısını da delege seçiminden sonra istediği sıraya girebilmişse delegeye verirdi.
Veya delege sayısına göre ayakkabı alır, sağcıysa sağ tekini, solcuysa sol tekini verirdi ve seçimden sonra diğer tekleri verir veya vermezdi.
Delegelerden biri bir zamanlar bana; "Hocam otuz tane ayakkabının sağ teki var evimde. Milletvekili adayı bana bıraktı. Seçilirse delegelere verecektim. Seçilemeyince sağ tekler bende kaldı. Yıllardır duruyor, ne yapayım?" dediğinde "Ayakkabıcılardan biriyle görüş, kâğıt toplayıcıları gibi eski ayakkabı toplayıp değerlendirenler varsa oraya ver ve ekonomiye katkısı olsun" demiştim.
Bir vatandaşımız anlatır: "Köyde muhtar seçimi var. Eğlenceli olur diye köye gittim. 23 seçmenli köyde iki aday var kıyasıya mücadele ediyorlar.
Zaten ben de şehirdeki seçim toplantıları zevksiz geçtiğinden köye gittim. Köylü, bu iki adayın birinin amcası öbürünün dayısı, halası veya teyzesi. Kıran kırana mücadele veriyorlar, ben, iki tarafa da gaz veriyorum.
Cumartesiyi pazara bağlayan gece sabaha kadar son bir tenbihleme gezisi yaptılar.
Sabah sandık camide besmeleyle açıldı. Oy atmaya başladılar. Bir saate kalmadan 23 oy da kullanıldı. Sandığın açılıp açılamayacağı tartışması saat 17'ye kadar sürdü. 17'de sandık açıldı. Adaylardan biri 22 oy almış öbürü bir oy almış. Bir oy alanın içi dışına çıkacak gibi oldu. Kusacağını zannettim. Hemen kendini dışarı attı ve sövmeye başladı. Meğerse "camide sövmeyeyim" diye kendini tutmaya çalışırmış.
Caminin karşısında düz damın üzerinde Ali amca hanımıyla oturup etrafı seyrederken dışarı çıkan bir oy alan adaya Ali emmi; "Hayırlı olsun yeğenim, yengen de, ben de oyumuzu sana verdik.
"Ali emmi seni de yengemi de..."
Kaybeden adayımızın ardından ben onu takip ediyorum. Doğru eve gitti. Ben onun ne yapacağını tahmin ediyorum. Eve girdi hanımın feryadı göğe çıktı. Çünkü hanımı da amcasının oğluna oy kullanmıştı.
Yorulan bu adam evin damına çıktı ve köyün en aşağısındaki evden başlayarak hepsinin adını anarak en üst taraftaki eve kadar sövdü ve yattı. Kimse engellemedi. Eve girdi, yattı ve sabahleyin evin önünden muhtar seçilen halasının oğluna "Hayırlı olsun" dedi.
Sonra kendisinden evin içinde olanları dinledim, evin içinde hanımın işini bitirdikten sonra kendi yaptıkları üzüm sirkesinin başına oturmuş, sarhoş olabilirim diye birkaç kevgir sirke içmiş ama sarhoş olamamış. Midesinde sirke girecek yer kalmayınca dama çıkmış.
Yeni muhtara "Hayırlı olsun" dedikten sonra güle oynaşa eşiyle beraber birbirlerinin omzuna şaka yollu vurarak tarlaya gidiyorlardı ama ne diyorlardı bilemedim" diyor.
Eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Mehmet Nuri Yılmaz beyefendi bir makalesinde şöyle yazmıştı:
"Rusya'nın bu en büyük fikir adamı Tolstoy da hayatının 50'nci yılında gerçek inancı onlardan öğrenebilmek için köylülerin, halkın yanına gidiyor. Bilgeliği öğrenebilmek için...
'Kitapların bozamadığı bu okuma-yazma bilmeyen insanlar; fakirler ve bahtsızlar, şikáyet etmeden acı çekenler; ölüm kapılarını çalınca sessizce yatanlar; düşünmedikleri için şüphe de etmeyenler, bütün bu insanların herhalde bildikleri bir sır olmalı' diye düşünüyor Tolstoy. 'Saflıkları içinde keskin bir düşüncenin ve bilgeliğin bilmediği bir şeyi bilmiş olmaları gerek. Bizim yaşam biçimimiz yanlış, onlarınki doğru. Tanrı onların sabırlı hayatı içerisinde açık ve seçik bir şekilde gösteriyor kendini. Yalnızca onlar sayesinde, Tanrı'nın halkı sayesinde doğru olan hayatı öğrenebiliriz.'