Saylan’dan Mogahed’e
ABD Başkanı Obama’nın geçtiğimiz haftalarda ülkesinin en saygın üniversiteleri arasında bulunan Georgetown’da yaptığı konuşma tartışmalı bir gündem oluşturdu. Bunun sebebi konuşmanın içeriği değil, aksine toplantının yapıldığı mekanla alakalıydı. Katolik üniversitesi olan Georgetown’ın ABD başkanını ağırladığı salonun duvarlarında haç asılıydı. Ancak konuşmanın yapıldığı sırada Başkan Obama’nın arkasına düşen bölgede haç gözükmüyordu. Daha sonra anlaşıldı ki mizansen Beyaz Saray’dan gelen teklifle değiştirilmiş, arkada olması gereken haçın üstü bir örtüyle kapatılmıştı. Bunun sebebi laikliği, devletin dinle ilgili hiçbir kanun yapamayacağı şeklinde tanımlayan Amerika’da devletin en üst noktasındaki temsilcisinin herhangi bir dini inancı diğerlerine karşı öne çıkarıyor konumuna düşmesine engel olmaktı. Yani Amerikan devleti her dine eşit mesafededir anlamındaydı. Laikliğin özü de budur zaten burada. Eşit mesafede olmak. Kişi olarak değil, devlet olarak eşit mesafede olmak. Bundan birkaç sene önce Cornell Üniversitesi’nde konuşmaya davet edildiğimde, mesela, hiç unutmam, şöyle bir ifadeyle karşılaşmıştım: “Laiklik esası üzerine kurulan bir üniversite olduğumuz için onlarca dini derneği bünyemizde barındırıyoruz.” Düşününüz, öyle bir laiklik anlayışı ki dine, değil engel olmak, onun farklı temsillerine zemin hazırlayıp yaşasın diye destek oluyor. Din deyince öcü görmüş gibi kaçmıyor, hepinizin başımın üstünde yeri var diye buyur ediyor. Bunun içindir ki Cornell’de birden fazla İslâm’la alakalı, müslümanların kurduğu farklı öğrenci dernekleri vardı. Keza diğer dinlerin mensuplarının kurdukları da. Cornell hiçbir şekilde bir istisna da teşkil etmiyordu. ABD’nin her yerinde üniversiteler hem dini etkinlik yapan derneklere ev sahipliği yapıyor, hem de bünyelerinde imam, papaz, haham bulunduruyor. Connecticut Üniversitesi’nde bizim anladığımız anlamda bir cami de var. Yani öyle dua odası, meditasyon yeri ve hatta mescit falan değil. Kelimenin tam manasıyla camiden söz ediyorum.
Oysa bizde ne olur? Bizde olsa laiklik esastır denir, ortada ne var ne yok, yok edilir, kapısına kilit vurulur, bunu yapanlar alkışlanır değil mi? Bir de buna karşı çıkanlara cevap olarak dini istismar ediyorlar havasında bir mazeret de eklenir. Öyle ya, devlet dine karşı değildir de o kadar çok seviyordur ki dini, onu insanlardan korumak mecburiyetindedir. Sanki din insanların yaşaması için değildir de devletin vatandaşın başında paralaması gereken bir sopadır. “Vay, siz misiniz benim güzel dinimi yaşayarak kullanan!” tonunda enselerde boza pişirir bizde devlet. Hep o yobazlardır, “o pis yobazlar!” başa dert olan, onlar dini istismar ettikleri için vurulur kapıya kilitler, öyle değil mi?
Böyledir Türkiyem. Sonuçta din halktan ayrıştırılır, evin dört duvarına sıkışmakla da kalmaz, duvara hiç açılmamak üzere konan Kur’an olarak asılır. İndirmeye de gerek duyulmaz. Duyulsa da kim okuyacak, daha da doğrusu “okuyabilecektir” onu? Türkçesinden okumak da hiç tat vermez zaten. Ölu mevsiminde “yabancı” filmlerdeki gibi siyahlara bürünmüş kadınlar tutuverirler bir hoca, mezar başında, o okuyuverir birkaç sûre olur biter işte. Adet de yerini bulmuş olur. Konu komşunun ağzına da laf verilmemiş olur. Ne çok yobaz, ne çok dinsiz gözükmeksizin durum idare edilir.
Bir dahaki ölüme kadar Allah Kerim pardon Tanrı Kerimdir. Öyle değil mi?
Oysa o çok beğendiğimiz, ölüp bittiğimiz batının batısı Amerika’da -bakmayın bizimkilerin anti-Amerikancı gibi durduklarına, pek severler aslında- Batı’da durum hiç de böyle değildir. Din özel hayatın bir öğesidir, ama bir o kadar da her yerdedir. Kişiye aittir, ancak kişinin kamusal hayata katılımına engel de değildir. Bizdeki gibi dışarı çıkarken dinini evde bırak denemez kimseye. Onun içindir ki benim de çok yakınım olan Rashad Hussain gibi dindar ve sakallı bir Müslüman, Başkan Obama’nın ekibinde çalışabilir, namazını beş vakit Beyaz Saray’da kılabilir.
Keza yine iyi tanıdığım Dalia Mogahed (Mücahid)’in başörtülü olması, onun Obama’ya danışman olmasına engel teşkil etmez. Çünkü ironiktir ama bizdeki gibi ayrımcılığı içselleştirmiş bir sistem mevcut değildir bu diyarlarda. Dini de din dışı her şeyi de elinin altında tutmak isteyen bir zümre de yoktur buralarda. Türkan Saylanlar da yoktur. Neden mi? Çünkü kimse bizim laikçiler gibi hem dünya hem de ahiret benimdir demez, diyemez.
Niyet okuyuculuksa hiç yapmaz. Saylan’ın başörtüsü konusundaki tavrı misali bir dinin açık emrine karşı tavır sergileyen bir batılı, hiçbir zaman Saylan’ın düştüğü gülünç duruma da düşmez: “Bizim inanca ya da başörtüsüne bir itirazımız yok” diyerek kendiyle çelişmez, “Tek istediğimiz yasalara uymaları. Eğitim kurumlarında, resmi kurumlarda, Büyük Millet Meclisi'nde örtü takılamaz” diye kafadan uydurmaz. Uydurursa “Meclis’te başörtüsü örtülmez diye nerede yazıyor?” diye sorulur çünkü. Bizdekiler dersini çalışmaz, ama ahkam kesmeye gelince üstlerine yoktur ayrıca. “Kur’an’da şöyle, Kur’an’da böyle” diye girerler lafa ama “pardon, tam olarak nereye referans yapıyorsunuz, hangi ayetten bahsediyorsunuz?” diye araya girildiğinde kem küm kızarıp bozarmayacak kadar da pişkindirler, konuyu değiştiriverirler: “Ama başörtülüleri görüyoruz, o örtünün altında neler yapıyorlar?”la devam eder, başımıza ahlak zabıtası kesiliverirler. İşte bu türler, Türkiye gibi zihinsel olarak geri kalmışlıkla gelişmişlik arasında sıkışmış ülkelerde görülür ancak.
Not: Yarın ve Pazar günü Feshane’de Helal Gıda 2009 Türkiye Uluslararası Konferansı’nda olacağız inşaallah (http://www.gimdes.org/konferansa-davet.html).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.