Ordu ve TSK arasındaki fark
Dün aynı saatlere tesadüf eden, birbiriyle bağlantılı iki medya gündemi: İstanbul'da Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü, Poyrazköy kazısında bulunan silah ve mühimmatı basına gösteriyor. Ankara'da Genelkurmay Başkanı, özellikle bu silah ve cephaneden hareketle Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yöneltilen kuşku ve soru işaretlerine cevap veriyor.
Genelkurmay Başkanı, kendi kurumunu, yani Türk Silahlı Kuvvetleri'ni müdafaa ediyor. Basın toplantısının özeti oldukça basit: Askerî bürokrasinin en tepesindeki isim, kurumunu savunuyor. Bu savunmayı tam olarak askerî mantıkla yapıyor. Ergenekon soruşturmasının ortaya çıkarttığı güçlü gerekçeleri değil, zayıf olanlarını irdeliyor. Mesele, bu soruşturmanın ortaya saçtığı dehşet manzarası ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında bir bağ olmadığını, askerî bürokrasiye terettüp eden bir sorumluluk bulunmadığını ispatlamaktan ibaret. Tipik bir bürokrasi refleksi. Suçlamalara maruz bir başka kamu kurumu da muhtemelen aynı tepkileri verirdi. Özetin özeti: "Sorumlu biz değiliz."
Yine de öğrendiklerimiz önemli. Meselâ karşımızda, toprağa yerleştirdiği silahları ancak 12 yılda toparlayabilen bir bürokrasinin bulunduğunu bu vesileyle öğreniyoruz. Asker siyasetle çok uğraştığı için, teknik askerî konulara yaklaşamıyorduk. Silahla mühimmat arasındaki farkı, LAW'ın silah değil mühimmat olduğunu öğrendikten sonra artık bu silahın bir kısaltma olan isminin son harfinin "weapon", yani "silah" anlamına gelmesine şaşırmayabiliriz.
Genelkurmay Başkanı, kurumunu savunuyor. Artık iki farklı şeyi birbirinden ayırt etmemiz lâzım. Türkiye'nin dış güvenliğini sağlayan bir ordusu var. Hepimiz (belli yaş aralığındaki erkek vatandaşlar) kanuna göre bu ordunun mensuplarıyız. Ekonomik ve toplumsal kaynaklarımız da öyle. Düşmanlarımıza karşı caydırıcılığı, topyekün savaş mantığı içinde bu ordu sağlıyor. Bir de bu ordunun işlerini yürüten sürekli bir bürokrasi var. Bu bürokrasi her şeyin kaydını tutuyor, barış zamanı bizi savaşa hazırlıyor ve dış-güvenlik sorunlarımızı takip ediyor. Artık sorunun bu bürokrasinin işleyişinden kaynaklandığını, doğrudan doğruya bürokratik bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu fark etmeliyiz. Bu bürokrasinin sağladığı korumayı çeteleşmek için kullanan, güvenlik amacıyla verilen silahları iktidarı gasp etmek üzere eline alanlar ülkemizin en ciddi sorunu. Bu durum, ordunun savunma görevinden de bir sapma hali. Bu sapma ancak bürokratik işleyiş gözden geçirilerek, suistimallerin önü alınarak engellenebilir. Hiç kimsenin göz ardı edemeyeceği bir sorunun adını doğru koymalıyız: Türkiye'nin esaslı bir askerî bürokrasi sorunu var. Yeraltındaki silahlar hâlâ bu sorunun bir parçası.
Ergenekon soruşturması merkezde. Bu soruşturmanın askerî bürokrasiyi ilgilendiren iki somut tarafı var. Birincisi asker kişilerin karıştığı darbe komploları; ikincisi ise Poyrazköy'deki gibi ortaya çıkan cephanelikler. Başbuğ'un birinci sorunu yargıya havale etmesi yeterli değil. Zira, asker kişilerin karıştığı bu suçlar aynı zamanda Askerî Ceza Kanunu'nun da kapsamında. Üstelik, bu konularda Genelkurmay Başkanı'nın talimatıyla harekete geçen bir askerî yargı mevcut. Mehmet Ali Birand'ın bu cephanelikler için kullandığı "fışkırma" sözcüğüne Başbuğ'un verdiği sert tepki de ikinci kısma dair ve durumun vahametine ters. 22 LAW silahından 5'inin boş çıkması üzerinde uzun uzun durması ve bulunan silahların Irak menşeine dair spekülasyonları, asıl cevabı aranan soruları havada bırakıyor. İki konuda da Başbuğ'un kurumsal refleksi dile getirdiği ve bir askerî savunma yürüttüğü anlaşılıyor.
Öbür taraftan demokrasiye sahip çıkarken açık taahhütte bulunması, demokrasiyi içine sindirmeyenlerin TSK'da barınamayacağını beyan etmesi önemli. Dünkü basın toplantısına yönelik "asker, demokrasilerde konuşmaz" tepkisi doğru değil. Konuşmak şeffaflaşmayı getiriyor. Bu şeffaflığa ihtiyacımız var. Başbuğ, kamuoyunu tatmin etmemiş olabilir; ama bu şeffaflık bir yöntem olarak her sorunun cevabını bulabileceğimiz bir kapıyı hepimize açıyor..