Mukteda Sadr, Türk Baasçılığı ve bir iddia!
Iraklı Şii lider Mukteda Sadr'ın Ankara ziyareti, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan'la görüşmesi, hemen ardından İstanbul'a gelmesi, Irak'taki gücünü temsil edenlerle toplantılarını burada yapması, İran'a yakın olmasına rağmen Türkiye'de kendini güven içinde hissetmesi, Irak içindeki gücünü Türkiye'den göstermesi, İstanbul'dan bölgeye ve dünyaya açılmanın anlamını kavraması, Kerkük konusunda, Irak'ın geleceği konusunda Türkiye'nin tezlerine yakın sözler sarfetmesi, Ankara'nın; ABD karşısında sert direnç gösteren böyle bir ismin Irak'ın geleceğindeki muhtemel etkisini görebilmesi, bugüne kadar Sünni Araplarla kurduğu yakınlığı Şii Araplara genişletmesi, Bağdat'la güçlü ortaklıklar tesis ederek bu ülkedeki bütün taraflar için güvenilir bir ülke haline gelmesi, geleneksel dış politika perspektifine sahip olanlar için algılanması ve kabullenilmesi oldukça zor görüntü oluşturuyor.
Daha Irak işgal edildiği günlerde onun için; "ülkesinin geleceğinde son derece derin izler bırakacak bir lider" demiştim. Şiiler ve Sünniler arasındaki o hazin, bulanık dönem dışında, bugün hala öyle görmeye devam ediyorum. Bu genç insan geleneksel liderlik profilinden oldukça fraklı olan bu niteliğini ve gücünü kontrol altında tutabilirse, doğru yönde kullanırsa, kitleler üzerindeki etkisi daha da artıracaktır.
Beş yıl önce, on yıl önce Sadr gibi bir isim Türkiye'ye gelse nasıl karşılanırdı? Onu davet edenler nasıl bir iç dirençle yüzleşir, ideolojik saldırılara muhatap olurdu? Bunun çok sayıda örneği var. Daha dün Halid Meşal meselesinde ortalığı ayağa kaldırmadılar mı? Türkiye'nin Filistin'de çözüm için Hamas'ın gücünü yok saymanın yanlışlığına vurgu yapmasını aynı ideolojik önyargılarla mahkum etmeye çalışmadılar mı? Afganistan'da Taliban'la masaya oturulmalı sözünü kınamadılar mı? Daha dün, İsrail'in rahatsız olduğu her şey için bu ülkenin insanlarını tehdit ilan etmediler mi, onlara acı çektirmediler mi?
Tek yanlı, sığ, korkularla yönetilen bir dış politika perspektifinden buralara kadar geldik. Ne kadar yol almışşak o kadar saygınlık kazandık, o kadar güç kazandık. Bir nevi "Türk Baasçılığı"nın doğru-yanlışları arasına sıkıştırılmışken , Türkiye ve dünyaya daha özgür ve cesaretle baktığımız oranda kendimizi bulduk, ülkemizi bulduk. Geçmişimizi keşfetme, geleceğimizi fark etme, zaaflarımızı ve zenginliklerimizi görme fırsatını yakaladık.
Bugün hala, sadece kendi iktidar alanlarını koruma adına bu ülkeyi o dar, sığ, savunmacı, edilgen alana mahkum etmek isteyenler var. İçeride verilen mücadelenin, yaşanan çatışmanın bir yanı da bu değil mi? Türkiye ile Azerbaycan arasındaki son gelişmelerde bunu gördük. Türkiye-Azerbaycan-Ermenistan üçgeninde üstesinden gelinebilecek iletişimsizlik bir kriz olarak pazarlandı. Türkiye Azerileri satıyordu, Ermenistan'ı tercih ediyordu, bu ülkenin değerlerine ihanet ediliyordu. Onların niyeti Türkiye değildi aslında. Bir fırsat yakalanmıştı ve kullanılıyordu. Dar iktidar hesapları bir kez daha ülke çıkarlarının önüne geçti. Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanı olduğunda ilk olarak Azerbaycan Dışişleri Bakanı ile görüştü. Başbakan Erdoğan 13 Mayıs'ta Bakü'de, 16 Mayıs'ta Moskova'da olacak. Eminim kriz gibi görünen şeyler karşılıkla ortak inisiyatiflere dönüşecek.
Yeni durumu algılayamayanların Gürcistan savaşı günlerine de bir bakması lazım. O günlerde Başbakan'ın şu sözleri, Türkiye'nin yeni pozisyonunu, bölgesine ve dünyaya bakışını, yeniden çok kutuplu dünyaya ilişkin tavrını, geleneksel ittifak ilişkilerini nasıl anladığını gösteriyor.
"Gürcistan olayından sonraki süreçte bizi bir tarafa doğru itmeye çalışıyorlar. Bazıları tümüyle ABD'nin, bazıları tümüyle Rusya'nın tarafına itmeye çalışıyor. Oysa biri en yakın müttefikimiz olan ABD, diğeri ise enerji başta olmak üzere önemli ticaret hacmimizin bulunduğu Rusya. Ben Türkiye'nin tümüyle bir tarafa itilmesine müsaade etmem. Türkiye'nin ulusal çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre hareket ederiz.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Gürcistan üzerinden başlayan Kafkaslar'dan uluslar arası krize dönüşen, Doğu-Batı kırılmasının yeni bir Soğuk Savaşa dönüşmesine yol açan gerilime ilişkin sözleri bunlar. Aynı yaklaşımın sadece Kafkaslarda değil, Ortadoğu'ya ilişkin genel yaklaşımlarda, İran-Batı krizinde, Boğazlar-Karadeniz üzerine yapılan yeni hesaplarda, Türkiye'yi çok yakından ilgilendiren her konuda sergilenmesi gerekiyor.
Türkiye, eski Türkiye değil. Bölgesel bütün gelişmelerde belirgin etkileri olan, küresel krizlere müdahale edebilme kanallarını açabilen, yakın çevresindeki her olayla ilgili tutumu merak edilen, tercihleri etkili sonuçlar doğurabilen bir ülke. Çünkü Türkiye, sadece belli bir çevreye katı ittifak ilişkileriyle bağlanıp kendini öyle güvenceye alma dönemini çoktan geçti. Artık kendi bölgesinde bir çekim alanı, güç merkezi. Bu yüzden nüfuz alanı hızla genişliyor. Bu yüzden yakın çevremizle ilgili hesap yapan her güç Türkiye'nin kapısını çalmak, düşüncelerini, özellikle de tavrını öğrenmek zorunda olduğunu biliyor.
Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanlığı döneminde bu yeni, geri dönülmesi artık mümkün olmayan, durumu çok daha net örneklerle izleyeceğiz. Çünkü Türkiye yüz yıl sonra ilk kez bu kadar iddialı bir ülke oldu. Bu iddia, giderek meydan okumaya dönüşecek gibi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.