Hadise olayı!
Avrovizyon, baştan beri bizim tarihî komplekslerimizle oynar. En başta ona “avrovizyon” diyecekken, fransızlar gibi örovizyon veya ingilizler gibi erovizyon demelerimiz… Televizyon kuruluşları arasında sıradan bir yarışmayı milli mesele haline getirmelerimiz… İlk yıllardaki başarısızlıklarımızı büyük meseleler haline dönüştürmelerimiz...
Amatör veya yarı amatör bir yarışmaya bilcümle ağır toplarımızla katılmaya kalkışmamız… Sonunda bu işin Türkçeyle olmayacağına kanaat getirerek İngilizce şarkılarla katılma yolunu tutmamız. Hele de böylece bir birincilik alınca, İngilizceyi esas dil haline getirmemiz…
Bu yazıyı, finalden önce yazıyorum. Sonuç ne olursa olsun, söylenmesi gerekenleri söylemek için. Başarılı da olunsa, susmak sözkonusu olmadığı için.
Sorum şu: Avrovizyon yarışmasını her ahval ve şart içinde kazanmak zorunda mıyız?
Bu yarışmayı kazanmak bize ne kazandırıyor?
Kazanmamakla kaybımız ne olacak?
Avrovizyonu müziğimizle mi kazanacağız, fiziğimizle mi?
Bu sene Türkiye’yi Hadise isimli bir bayan temsil ediyor. Bu bayanın nasıl seçildiğini, evsafını bilmiyoruz. Bu çok da önemli değil.
Müzik ve fizik meselesini zikretmemizin sebebi şu: Bu bayan müzikten çok fiziğe hitab ediyor olmalı. Çünki, müzik esas ise, fizik ortaya konmaz. Fizik esas tutulursa da, müzik önemsenmez.
Bu ülkeyi temsil eden milli takımı herkes tutar. Çünkü onun gerçekten bizi temsil ettiği hususunda bir düşünce birliği vardır. Çünkü bu takımı oluşturan oyuncular, herkesin gözü önündedir, başarılı oldukları konusunda kanaat vardır. Bu takımların oluşumunda, toplumun değerlerini hiçe sayan elamanların yer alması sözkonusu olmaz. Bu yüzden milli maçları kaybedersek üzülürüz, kazanırsak seviniriz. Bu genelleşmiş bir tutum alıştır.
Aynı duygu beraberliği Avrovizyon için sözkonusu olabilir mi?
Böyle bir duygu beraberliği olması için, bizi temsil edecek kişinin, eserin gerçekten temsil etmesi gerekir.
Bu duygu beraberliğinin sağlanması yönünde bir yaklaşımın eski TRT yöneticileri tarafından gösterilmemesi, bugünkü yönetimin işini kolaylaştırmıyor. Mevcut TRT yönetimi, açıkça teşhircilik kokan bir sunumun Türkiye’yi temsil etmesini uygun buluyor.
Hadise “olay”ı esasen budur.
TRT yönetiminin kararları bu noktadan sonra bütün toplumu bağlayan bir nitelik kazanıyor. Bu noktadan sonra, kurumun yöneticilerinden, gerçekten hassasiyet beklemek zorundayız. Bir devlet yayın kuruluşu, gereken hassasiyeti göstermezse, topluma sunduğu modelin geniş kitleler nezdinde meydana getireceği olumsuzlukları dikkate almazsa, bunu sorumsuzluk olarak nitelemek zorunda kalırız.
Türkiye’de yıllar boyunca muhafazakar kesimler TRT’nin yayın siyasetini eleştirdiler. Zaman zaman bu eleştirinin dozu sınırları zorladı.
Hükümetimiz, muhafazakar demokrat sıfatını kendine uygun buluyor.
Bu seçim, ne muhafazakarca bir seçim, ne de demokratik.
Kitleleri rencide eden bir temsil asla sözkonusu olamaz.
Bakın hiç de muhafazakar olmayan bir gazete, bunu oylamaya dönüştürdü. Gelen cevapların büyük ekseriyeti, böyle bir kıyafetin yakışıksız olduğu yönünde.
Şimdi TRT’yi yöneten genel müdürün bir zamanlar PTT genel müdürlüğü yapan, bilahire Ulaştırma Bakanlığı müsteşarı olan kişi olduğu konusunda tereddüte düşmemizin sebebi bu.
“Muhafazakarlar”, değerlerini önemseyenler neden suskun?
Manzara gerçekten hicap verici değil mi? Yoksa biz yaparsak, olur hesabı mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.