Saylan’ın ölümü... O, milletten özür diledi mi ki?
Hiç kimse “beni sevmek” zorunda değil... Hiç kimsenin şakağına tabanca dayayıp da, “beni sevmek zorundasın” diyemem... Böyle bir hakkım yok... Ama şu da var: Nasıl ki, hiç kimse “beni sevmek” zorunda değilse, benim de “herkesi sevmek” gibi bir mecburiyetim yok... Şimdi kalkıp da “Demirel’i seviyorum” desem, ya da A.N.Sezer’i, Hüsamettin Cindoruk’u, Şener Eruygur’u sevdiğimi söylesem, “kuyruklu yalan” söylemiş olurum... Gayet açık ve net söylüyorum; eğer adını zikrettiğim kişilerle ilgili, ağzımdan “onları seviyorum” lâfının çıktığını duyarsanız; bilin ki; o anda “şakağıma silah dayamışlar”dır... Çünkü “tehdit” altında değilsem, onları sevdiğimi asla söylemem... Haa, bir de “aklî melekelerimi” kaybetmiş, yani “bunamış” isem, söylerim... Ama böyle bir dönem de; doktorların; “hasta”yı kendi haline bıraktığı, “Bırakın ne yerse yesin, ne söylerse söylesin!” dedikleri dönemlerdir!..
DİNDARLARLA HEP SAVAŞTI!
Uzun lâfın kısası; adı geçen kişileri sevmiyorum... Sevmek zorunda da değilim... Sadece onları değil; dün ölen Prof. Türkan Saylan’ı da sevmezdim ben!..
Sevmediğim için de; birçokları gibi “yalan” söyleyip, “sonsuz üzüntü içindeyim” demek gibi palavra savuracak değilim!..
Sevmiyorum arkadaş!..
Zorla değil ya!..
......
Biliyorum, şimdi onun ardından “nutuk”lar atılıyor!.. Şöyle “bilim insanı”ydı, böyle “çağdaş”tı falan, filân!.. Hep öyle olur ya; “kel ölür, sırma saçlı olur” ya, Türkan Saylan da kıymete bindi!..
Ama, açık ve net söylüyorum:
Türkan Saylan, hayatı boyunca benden, benim gibi düşünenlerden ve inançları gereği örtünen hanımlardan/öğrencilerden hep “nefret” etti!.. Bizlere ve inancımıza karşı hep “savaş” verdi, bir an için bile olsa esnemedi!.. Hatta, “son nefesine kadar savaştı” dindarlarla!.. Hayır, buna rağmen nefret etmiyorum ondan; ama sevdiğimi söyleyemem!..
Kimbilir, belki de acıyorum ona!..
Hatta, düşünüyorum da;
Yaşadığı “sıkıntı”lar, gördüğü “şiddet”in ruh dünyasında yol açtığı “travma”lar ve “bunalım”lar olmasaydı; kimbilir belki de “dindar” insanlara karşı bu kadar “öfke, nefret ve kin” beslemezdi!..
VEREM, ŞİDDET VE BOŞANMA!
Onun hayatından bahsedenler, “gençlik yılları”na giderler mi bilmem... Ama ben; Petrol-İş’in çıkardığı “Kadın” dergisinde onunla yapılmış bir röportajı okumuş ve gerçekten acımıştım kendisine...
Bu hissiyatımı da, 14 Eylül 2004’teki Ayna’da şöyle dile getirmiştim:
“Bakın Türkan Hanım; siz “din”i bilmeseniz de, ben sizi az-çok biliyorum... Bildiğim için de kızamıyorum size!.. Hele, Petrol-İş’in “Kadın” dergisindeki röportajınızı okuduktan sonra, sadece acıyorum size!..
Kolay değil tabiî; daha “öğrenci” iken evlendiniz, “iki çocuğunuz” oldu!.. Bir yandan öğrencilik, bir yandan annelik, bir yandan da ev kadınlığı kolay olmasa gerek!..
Genç yaşınızda “tüberküloz”a yakalandınız, 13 ay “yatmak” zorunda kaldınız!..
En acı tarafı da;
“Saçınızı süpürge yaptığınız adam”dan gördüğünüz muamele!..
Bir yandan “ihtisas” yapıp, bir taraftan da kocanızın “ihtiras”larına cevap vermek kolay olmasa gerek!.. Yorgun-argın eve gelip, bir de kocanızdan “azar” işitmek, çekilir şey olmasa gerek!..
Biliyorum; aynen kocanız gibi, oğlunuz da size “bağırmaya” başlayınca; hele de; “Babam sana bağırıyor ya, ben de bağırırım!” deyince ipler koptu ve ayrıldınız kocanızdan!..
Kardeşlerinizin evine sığınıp, bir “ranza”ya kapağı attınız!.. 2 yıl boyunca çocuklarınızdan koptunuz!.. Sonra, boşanıp, çocuklarınızın velâyetini üzerinize alıp, İngiltere’ye gittiniz!.. Bir “pansiyon” ayarlayıp, orada kaldınız!..
Dedim ya; çok “sıkıntı” çektiniz!.. “Deprem”ler yaşadınız ruh dünyanızda!.. “Bunalım”lara düştünüz!..
Yaşadıklarınız “derin izler” bıraktı hayatınızda!..
DİNE DUYDUĞU KİN NİYE?
Hani, düşünmüyor değilim;
Tüm bu yaşadıklarınız “bilinçaltı”nıza yerleşip, “intikam hissi”ne mi dönüştü acaba?..
Acaba, “ikna odaları”nı icat eden siz, “başörtülü öğrenciler”in de, “aynı bunalımı yaşamasını” mı istediniz?..
Biliyorum; mantığınız reddedecek bu ithamı!.. Ve fakat bir de “bilinçaltı”nızı yoklayın!..
Kimbilir, belki de;
“İkna odaları”na sokarak, aynı zamanda “bunalım”a sürüklediğiniz “başörtülü”lerden kendinizin yaşadığı “bunalımlı öğrencilik yıllarınız”ın intikamını aldınız!!!
Ya da; geçirdiğiniz “tüberküloz”un, sizde bıraktığı bir “iz”den dolayı böyle bir yola tevessül ettiniz!..
Şimdi diyorsunuz ki;
“Karşılaştığım sert tavırlardan dolayı yaşadığım üzüntüyü çocuklarıma yaşatmadım... Onların, evlenirken seçtiği eşyalara bile hiç müdahale etmedim!”
Ve şu cümleniz; “Ben, bana hazırlanmış şeylerden nefret ederim!.. İki genç evleniyor; hayat onların, ama biz bu durumdan kendimiz için bir zevk çıkarmaya, gösteriş yapmaya çalışıyoruz!”
Peki, sorarım size Türkan Hanım; “kendi çocuklarınıza müdahale etmeme” konusunda bu kadar hassas olan siz, “bizim çocuklarımız”dan ne istediniz?..
Kendi çocuğunuzun “oturma odaları”na karışmaz ve onları tercihlerinde özgür bırakırken, bizim çocuklarımızı “ikna odaları”na sokmaktan “zevk” mi aldınız?.. Yoksa, “gösteriş” mi yaptınız?..
Siz ki; “Size hazırlanmış şeylerden nefret ediyor”ken, başkaları için niye “kılık-kıyafet şablonu” hazırladınız?.. Hiç düşünmediniz mi ki, o çocuklar, bir gün gelecek sizden de “nefret” edecekler?!?
Hayır, ben nefret etmiyorum sizden... Sadece acıyorum!.. “Bunalımlı bir genç kızlık/kadınlık” geçirmiş bir insandan, “sağlıklı bir nesil” yetişmesine tahammül etmesini de beklemiyorum!..
Öyle sanıyorum ki; “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği”ni de, sırf bu düşünceyle kurup; insanlara, “hazırladığınız yaşam biçimi”ni dayatmaya çalışıyorsunuz!.. Bu da “bilinçaltı”nızın dışa vurumu mu acaba?.. Eğer “bilerek” yapmıyorsanız; bilesiniz ki, “bilinçaltınızın yönlendirmesi” ile “intikam” alıyorsunuz bu ülkenin insanlarından!.. Ki, “sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir hayat” yaşayamasınlar!..
Tıpkı, sizin de “yaşayamadığınız” gibi!..
Ne dersiniz Türkan Hanım;
“Teşhis”im yanlış mı?..
ÖMRÜ BOYUNCA “İNANÇ”LA SAVAŞTI!
Bunları özellikle naklettim ki; yakalandığı “kanser” illetinden dolayı ölen Türkan Saylan’ın, “sütten çıkmış ak kaşık” olduğu iddia edilmesin!..
Tablo, gayet açık ve net:
Türkan Saylan bu ülkenin “dindar” insanlarına ve dinin emrettiği biçimde örtünen “kız ve kadın”larına “düşman”dı!..
Onlardan “nefret” ederdi!..
Bu “düşmanlık ve nefret”ini de sık sık dile getirirdi... Yandaki kupürlerden de göreceğiniz gibi, “öfkesini ilan etmek”ten hiç çekinmezdi!..
Buyrun; muhabirimiz Hüseyin Şenocak’ın derlediği şu sözler ona ait:
¥ Türkan Saylan’ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında söyledikleri (16 Ağustos 2007 tarihli Milliyet)
“Sayın Gül, Milli Görüşçü geçmişi, eşinin, kızlarının tesettürlü oluşu ve devleti dava edişi dikkate alınmaksızın Dışişleri Bakanlığı’na kadar gelmiştir.” (...) “Cumhuriyetimizin hem geçmişi, hem kişisel ve ailesel iç ve dış görünüşüyle çağdaş niteliklere sahip bir Cumhurbaşkanı ailesiyle temsil edilmesi gerekir. Kişisel özgürlükler kavramına sığınılarak siyasal, dinsel simge haline getirilmiş olan türbanın Cumhurbaşkanlığı makamında ülkemizi temsiline karşıyız ve asla içimize sindirmeyeceğiz.”
¥ Hayrunisa Gül ile ilgili söyledikleri (25 Nisan 2007 tarihli Milliyet): “Abdullah Gül’ün türbanlı eşi, Türkiye Cumhuriyeti devletini AİHM’ye şikâyet etti. Bizim Cumhurbaşkanımız asla bu lekeden kurtulamayacak.”
¥ Üniversitede okuyan başörtülü öğrenciler hakkındaki sözleri (14 Kasım 1998 tarihli Milliyet):
“Türban siyasidir. Her parti takiyye yapıyor. Bu yanlışın yanlışıdır. Kızlar, cinsel yaratık haline getiriliyor. Kızlara, “başınız açık olursa, erkekler tahrik olur” deniyor, para karşılığı yönlendirme yapılıyor.” (...) “Öte yandan, üniversite yöneticilerinin uyguladığı ikna yöntemi ile öğrenciler, başlarını açmaya razı oluyor. Örneğin İstanbul Üniversitesi’nde kayıtlar sırasında türbanda ısrarcı olan öğrencilerin kayıtları yenilenmedi. Özellikle istenen öğrencinin kampüse kimliğine uygun olarak, başı açık gelmesi.”
¥ İHL’lerle ilgili sözleri (18 Temmuz 2005 tarihli Radikal): “Günümüzde imam-hatip liseleri (İHL), o yaştaki gençlerimize neredeyse ailelerinin siyasal görüş ve beklentileri nedeniyle dayatılmış din eğitimi okulları konumundadırlar ve imam ve hatip olma dışında pek çok farklı yola gitmek isteyen parlak beyinlerimizin önünü tıkayan, gençlerimizi gereksiz yere militanlaştıran bir durum almışlardır. (...)”
¥ Başörtüsü ile ilgili sözleri (28 Ekim 2007 tarihli Akşam): “Benim hayalim nedir biliyor musunuz? Meclis’in AKP’li vekilleri, bütün hanımlarıyla eşli bir toplantı düzenleyip bir fotoğraf çektirsinler. Ve “Biz buyuz” diye tüm dünyaya göstersinler. İstiyorum bu fotoğrafı...” (...) “Nasıl isterlerse öyle giyinsinler, bizi ilgilendirmez ama eğitimde ve kamusal alanda olmayacaklar.” (...) “Tamam özgürlüktür, örter... Kimse bir şey diyemez. Kimse karışmıyor zaten! Sadece eğitimde, bürokraside olmayacaklar.”
¥ 6 Mayıs 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde kendisiyle yapılan bir röportajda söyledikleri de şöyle:
“- Bu ülkede iki farklı anlayışın birbiriyle uzlaşması mümkün mü?
- İki farklı anlayış filan yok ki. Radikal İslam’ı oturtmaya çalışan militanlar var, o kadar. Geri kalan herkes birbiriyle anlaşır, kimse merak etmesin.
- AB’ye karşı mısınız?
- (...) “100 bin öğretmen açığımız varken, 35 bin okula karşı 75 bin camimiz varken...”
-Mitingde “Ne şeriat, ne darbe” diyordunuz, muhtıraya karşı mısınız?
- Tabii ki değilim. Çünkü o bir muhtıra değil. Abartıyorlar. 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nı gölgelemek için, bir ‘kutlu doğum haftası’ icat edildi. Neymiş? 23 Nisan, Peygamberimizin doğum gününe denk geliyormuş. Bu vesileyle, çocukları sarıp sarmaladılar, ilahiler okuttular. Ordu da bu tür meselelerde çok hassas. Bu yüzden muhtıra verildi. Ertesi gün Milli Eğitim Bakanı televizyonlarda, ‘Valla biz yapmadık! Belki Diyanet’tir’ dedi. Diyanet ‘Alakamız yok’ dedi. Anlaşıldı ki, Hizbullah’a bağlı bir dernekmiş. Kimse farkında değil. Allah’tan ordu var, onlar görüyor, vazifelerini yapıyorlar.
Biz de buna sevineceğimize, söyleniyoruz. Bunu darbe çağrısı gibi algılıyoruz. Çok kızıyorum buna. Çünkü orduya zarar vermeye çalışıyorlar.”
ÖZÜR DE DİLEMEM, RAHMET DE!
Sadece bu kadarı bile, Türkan Saylan’ı neden sevmediğimi anlatmaya herhalde yeterlidir... Gördünüz işte; bu ülke insanının seçtiği “Cumhurbaşkanı”na da karşı, “Başbakan”ına da!.. Onların “eş”lerine de karşı!.. Sırf “başörtülü” oldukları için!..
“Başörtüsü”ne o kadar düşmandı ki; bir röportajında şöyle demişti:
“Burs verdiğimiz kız öğrenciler arasında başörtülü yok!.. Zaten başörtülülere asla burs vermiyoruz!”
Sadece şu sözü bile “Türkan Saylan’ın inadını ve küfre imanı”nı görmeye ve anlatmaya yeterlidir!..
Buna rağmen, ÇYDD’nin kurucularından biri olan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, dün demiş ki;
“Bugünkü beklentim, sevgili Saylan’ı uğurlamadan önce, devlet görevlilerinden bir özür borcu!”
“Devlet” ne yapar, bilemem... Ama “millet” olarak, “milletin bir ferdi” olarak bana sorarsanız; “özür” de dilemem, “rahmet” de!..
Ne yani, kendisi; “ikna odaları”nda “manevî işkence” uyguladığı kızlardan özür diledi mi ki, ben özür dileyeyim!..
Dedim ya;
“Özür” de dilemiyorum, “rahmet” de!..
İmam efendi, soracak bugün;
“Mevtayı nasıl bilirdiniz?”
Hayır, iyiliğine şahadet edemem!..
===========
Tandoğan mitingi ve!..
Hani, bir gömleğin “ilk düğme”sini yanlış iliklersen, ondan sonraki bütün düğmeleri de yanlış iliklemiş olursun ya, o zaman da gömleğin bir yakası Hanya’ya, bir yakası Konya’ya bakar ya; bizim “laikperest”lerin yaptığı da bu!.. Önce bir “yalan” savuruyorlar sonra da o yalanlar üzerine yalan-yanlış “ahkâm” kesiyorlar!..
Meselâ, ADD’nin önceki gün Ankara Tandoğan’da düzenlediği “Cumhuriyet” kılıflı miting!..
Kürsüye çıktılar ve hiç utanıp sıkılmadan palavra savurup dediler ki; “Şu anda bu meydanda 1 milyon insan var!”
Aaa, baktım “kartel televizyonları” bir yandan, Deniz Baykal bir yandan, başladılar “1 milyon” sakızını çiğnemeye!..
“Ulan” dedim kendi kendime; Tandoğan denilen meydan, “tıklım tıklım” dolsa, alacağı insan sayısı, taş çatlasın “130 Bin” kişidir!..
Oysa, meydanda; “iki insanın birbirlerinin sesini duyamayacağı” kadar açıklık ve boşluklar vardı... Zaten “polis” de bunu teyid ediyor ve “en fazla 30-34 Bin kişi” diyordu!..
O bile fazla ama, farz edelim ki, 30-34 Bin’dir!..
İyi de, “1 milyon” nereden çıktı?!?
Demek oluyor ki; bu adamlar ya “meydan dayağı” yememişler, ya da “sayı saymasını bilmiyor”lar!..
Hangisidir, bilmem... Ama, “palavra savurmak”ta üstlerine yok!..