Sustururum seni!.. Nasıl, kurşunla mı?
Bu tür programlara niye çıkmadığımı şimdi anladınız mı?.. Hani, sık sık telefon açıp, ya da “mail” gönderip, “Bu yazdıklarını televizyonda da söyle” diyordunuz ya, ben de “prensip kararı” aldığımı, “tartışma programları”na çıkıp da onlara “reyting malzemesi” olmak istemediğimi, çünkü o programlarda “fikir” söylemenin mümkün olmadığını, “eşkıya” zihniyetli adamların “fikirlerin yolu”nu kesip, “kir ve kin kustuğunu” söylüyordum ya, ne kadar haklı olduğum ve ne kadar “isabetli” bir karar verdiğim ortaya çıktı işte... Bir defa daha; “fikir” değil, “kir ve kin” aktı 32. Gün programından!.. “Karşı fikre tahammülsüzlüğün” hangi boyutlara vardığı, bir defa daha görüldü... Evet; ağızlardan “fikir” değil, “kir” fışkırdı!..
“Nezaket” değil, sadece “hakaret” vardı!..
“Söyleyecek sözü olmayanlar” hep böyle yapar ya, hep “küfür ve hakaret” savururlar ya, yine öyle yaptılar!.. Bir “tartışmacı” gibi değil, bir “eşkıya” gibi, bir “militan” ve “gerilla” gibi saldırdılar!..
FARAÇ GAZETECİ Mİ, GERİLLA MI?
Önceki gün Kanal D’de yayınlanan 32. Gün programından söz ediyorum... Program sunucusu Rıdvan Akar’ın da ifade ettiği gibi; bir “ilk” yaşandı 32. Gün’de... “Vakit yazarı” ile “Cumhuriyet yazarları” ilk defa karşı karşıya geldiler...
Ve bir “ilk” daha:
32. Gün programı ilk defa “yarım” kaldı!..
“32. Gün” tamamlanamadı,
“31 buçuk”ta kaldı!..
Peki, niye böyle oldu?..
Böyle oldu, çünkü; Cumhuriyet yazarları olarak programa katılan Mehmet Faraç ve Ümit Zileli, daha ilk dakikadan itibaren, “Ankara Temsilcimiz ve Yazarımız Serdar Arseven”in sözlerine tahammül edemediklerini gösterdiler!..
Serdar, haklı olarak Türkan Saylan’ı niye “sevmediğimizi”, onun arkasından niye “dua” etmediğimizi ve “rahmet” okumadığımızı anlatıp, “sevmek zorunda mıyız?” diyerek, “Hakkımızı helâl etmediğimiz 28 Şubatçı paşalardan bazıları”nın hortumlanıp içleri boşaltılan “batık bankalar”ın yönetim kurullarından çıktıklarını anlatıyordu ki; Mehmet Faraç, adeta “nasırına basılmışcasına” bağırmaya başladı;
“Erbakan’a hakkınızı helâl edecek misiniz?”
Hoppalaaa!.. Buyur, burdan yak!..
Tartışmanın “Erbakan Hoca” ile ne ilgisi vardı ki, Faraç; “Serdar’ı oradan vurmaya” çalışıyordu?!?..
Bunlar, her programda “bu taktiği” kullanıyorlar zaten... “Konuşmacının insicamı”nı bozmak için, “düzenli ordu”lara saldırıp “vur-kaç” taktiği uygulayan “gerilla”lar gibi saldırıyorlar!..
Saldırınca da ne “konuşma bütünlüğü” kalıyor ortada, ne “sükûnet!..”
Mehmet Faraç, yine “aynı taktiği” uygulayınca, bizim Serdar da altta kalmadı tabiî!.. Madem ki “cephe”den, madem ki “savaş”tan söz ediyorlardı, o halde “anladıkları dilden” cevap vermeliydi!..
“Benim” dedi; “Erbakan’la organik bir bağım yok!.. Bir SP sözcüsü değilim... Ama, Kayıp Trilyon Dâvâsı’nda çuvallar dolusu evrak ve faturanın hiç dikkate alınmadığını gayet iyi biliyorum... O evraklar yok sayılıp, paralar iç edilmiş gibi gösterdiler!..
Ama yine tekrar edeyim; Erbakan’la benim organik bir yakınlığım yok!..
Peki, söyle bana;
Senin tavassutunla Cumhuriyet’in Diyarbakır Bürosu’nda göreve başlatılan İbrahim Halil Karaaslan, PKK’lılarla birlikte basılıp, uyuşturucudan dolayı tutuklandı mı, tutuklanmadı mı?..
Şu anda cezaevinde mi, değil mi?”
Bu soru, Faraç’ı çılgına çevirdi...
O kadar “agresif”leşti, gözlerini o kadar “öfke” bürüdü ki, film orada koptu işte!..
Faraç’ın ağzından “lâf” değil, “law” mermisi fışkırıyordu sanki!..
FARAÇ’IN KUYRUK ACISI NEDEN?
Kendi kendime sormadım değil;
“Ne bu şiddet, bu celâl?”
Gerçekten de, Mehmet Faraç’ın bir “kuyruk acısı” olmalıydı ki, bizim Serdar o kuyruğa basınca, öfkeden tir tir titremeye başlamıştı!..
Tabiî, o gergin atmosferde olayı izah etmesi mümkün değildi... Hem izah etse de, “olayın evveli”ni bilmeyenlerin, “Faraç’ın kuyruk acısı”nı anlaması mümkün değildi!..
Olay, şuydu efendim:
Vakit’in 23 Nisan 2006 tarihli nüshasında şöyle bir haber yayınlanmıştı:
“Cumhuriyet muhabiri uyuşturucu sanığı...
Diyarbakır polisinin yaptığı uyuşturucu operasyonu, Cumhuriyet gazetesi muhabirinin uyuşturucu şebekesi kurduğunu ortaya çıkardı.
Vakit’in, ‘Akredite Dağda’ manşetinin yankıları devam ederken; Cumhuriyet gazetesi Yurt Haberler Müdürü Mehmet Faraç’ın kayınbiraderi olan Cumhuriyet gazetesi Diyarbakır bürosu muhabiri İbrahim Halil Karaaslan’ın, aralarında PKK’lıların da bulunduğu uyuşturucu operasyonunda yakalandığı öğrenildi.
Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, bu hafta başında Diyarbakır-Hatay ve İstanbul bağlantılı seri uyuşturucu operasyonları gerçekleştirdi.
‘Basamak ve Sazan’ isimli operasyonlarda 5 bin adet uyuşturucu extacy marka hap, 14 kilo esrar ve 15 adet PKK terör örgütüne ait kitap ve dergi ele geçirildi. (...)
18 Nisan günü baklava paketi içine gizledikleri 2 bin adet uyuşturucu hap ile Diyarbakır’a dönerken yakalanan U.D. ve M.İ, hapları almak üzere kendilerini İbrahim Halil Karaaslan’ın gönderdiğini itiraf etti. (...)
Aralarında Cumhuriyet muhabiri Karaaslan’ın da bulunduğu 5 şahıs, ‘Toplu olarak uyuşturucu extacy marka hap ticareti yapmak, bu amaçla bulundurmak ve nakletmek’ suçlarından tutuklanarak cezaevine gönderildi.”
İşte bu haber üzerine; Mehmet Faraç, sözkonusu haberimizin “bünyesinde yol açtığı manevi zararın bir nebze olsun giderilmesi” için “tazminat dâvâsı” açmıştı!..
“Vakit’ten ve muhabirlerimiz”den istediği miktar, sadece ve sadece “50 milyar liracık” bir para idi!..
Öyle ya;
“Manevi zarar”a uğramıştı beyefendi!..
Neyse, uzatmayalım... Mehmet Faraç’ın avukatı Tora Pekin tarafından açılan ve bizden “50 milyar” istenen davâ hakkında, Şişli 3. Asliye Hukuk Mahkemesi, 17 Mayıs 2007’de karar verdi:
“Söz konusu haberde, davacının kişilik haklarına bir saldırı yoktur... Yazının, haber verme dışında bir amacının bulunmadığına hükmolunduğundan, dâvâcının talebinin reddine!..”
Mahkemeden “yargı tokadı” yiyen Faraç, bu defa da kararı “temyiz” edip, Yargıtay’a başvurmuştu...
Yargıtay da, 19 Şubat 2009’da demişti ki;
“İtirazın reddine, usûl ve yasaya uygun olarak verilen ilk kararın onanmasına!..”
Anlayacağınız, Faraç’ın “kuyruk acısı” işte buradan kaynaklanıyordu... Hem “Vakit’ten 50 milyar lirayı alamama”nın, hem de “mahkeme harçlarını ödeme”nin üzüntüsü ve öfkesi içindeydi!.
Bizim Serdar’ın;
“Senin kayınbiraderin” deyince nasırına basılmışcasına havalara zıplamasının sebebi işte buydu!..
SUSTURURUM SENİ!.. SUSTURURUM!
Faraç, bu “öfke patlaması” esnasında öyle “lâf”lar, öyle “law”lar fışkırtıyordu ki; tam bir “cinnet hali” yaşıyordu!..
Bir ara, kendini hepten kaybedip;
“Sustururum seni!.. Sustururum!!!”
Deyince, Serdar dedi ki;
“Nasıl susturacaksın?!?..
Kurşunla mı?
Anlaşıldı, anlaşıldı, kurşunla susturacaksınız beni!”
Faraç’ın “kendisini eleverir gibi” konuşması üzerine, Ümit Zileli girdi devreye!.. “Lafın ucunun nereye gideceğini” anlamış olmalı ki; hem “kıvranmaya” hem de “kıvırmaya” çalıştı;
“Sustururum dediyse, belgelerle susturacağını söylemek istedi!”
Bizim Serdar da, lafı koydu tabii;
“Kıvırın!.. Kıvırın!”
SERDAR’A FIRLATILAN 2 BARDAK!
“Konuşma” ve “tartışma” değil, tam bir “sinir harbi”ne dönen program bu minval üzre devam ediyordu ki; “ortamı sakinleştirmek”te yetersiz kalan ve belki de bu gerilimi özellikle arzulayan Rıdvan Akar, programa ara vermek zorunda kaldı!..
“Reklam arası” verilmişti ki; asıl olanlar ondan sonra olmuş!..
Dün telefonla görüştüğümüz Serdar; olayın “ekranlara yansımayan o boyutu”nu, şöyle anlatıyordu:
“Ekrandaki gerilim, reklam arasında da devam etti... 30 kadar Kanal D çalışanının gözlerinin önünde inanılmaz bir terör estirdiler.
Bana doğru iki bardak fırlattılar!.. O bardakların parçaları hâlâ bende!.. Kendilerini güvenli bir mesafeye aldıktan sonra bardak fırlattılar.
Adam; baktım, almış yarım kiloluk bardağı bana fırlatıyor... Hani, kafama falan isabet etse, kesin götürür beni!.. Bardak üzerime gelirken, şöyle bir çekildim. Duvarda patladı. O an inanın; iyi ki meslektaşlarımdan birine isabet etmedi diye sevindim!.. Adamı görüyor musunuz! Uzaktan bardak fırlatıyor. Demek ki; bunların elinde silah olsa, çekip ateş edecek!”
İYİ Kİ, BELİNDE SİLAH YOKTU!
Görüyorsunuz ya;
Kameralar önünde “sözlü saldırılar”da bulunan ve “hakaret”ler savuran adamlar, ekran gerisinde neler savuruyor;
“Bardak” bulursa, bardak,
“Sürahi” bulursa, sürahi!..
Bizim Serdar’ı, yine de Allah korumuş!.. Faraç’ın belinde, bereket ki, o an “silah” yokmuş!..
Eğer “silah” olsaydı var ya;
Herhalde Serdar’ın üzerine “kurşun” yağdırır ve öyle “sustururdu” onu!..
“Seni sustururum” diyordu ya;
“Nasıl susturacağı” anlaşıldı işte!..
“Bardak fırlatmak” iyi bir nişane!..
Evet evet; Allah korumuş Serdar’ı!..
“Sözlü saldırı”lara cevap vermesine verdi ama, “kurşun”lara cevap veremezdi!..
Çünkü biz; kavgamızı “kalem”le ve “kelâm”la veririz, “silah”la veya “kurşun”la değil!..
Ama “Cumhuriyetçiler”in “nasıl” ve “neler” kullanarak kavga verdikleri ortaya çıktı!..
Uzun lafın kısası... Bu adamlarla “tartışma” yapılmaz!.. Bu adamlardan “fikir” sadır olmaz!.. Çünkü bu adamlar, “susturmaya” programlanmışlardır!..
Sustururlar!..
“Bardak fırlatarak” sustururlar!..
“Sürahi” fırlatarak sustururlar!..
Allah, “kurşun”larından korusun!..
“Ne yaptıklarını” gördük işte!..
“Neler yapabileceklerini” tahmin etmek, hiç de zor olmasa gerek!..
“Faraç’ın fırlattığı 2 bardak” ile nihayetinde, içlerindeki “su” döküldü!..
Allah korusun; böylesine bir “cinnet” hali geçiren adamlar, orada “kan” bile dökebilirlerdi!..
Dedik ya; “susturmaya” programlılar!..
===========
O hakim ve bir diyalog!
Olayı biliyor olmalısınız... “Darbe teşebbüsü” ve “darbe için kaos ortamı oluşturmak”la suçlanan Ergenekon davası sanıklarının; siyasilerin önünü kesmek için yargı yolunu da kullandığı Ergenekon iddianamelerine yansıdı.
İddianamelerde, “terör örgütü üyesi” olmakla suçlanan avukat Kemal Kerinçsiz ve idare mahkemelerinde bilirkişilik yapan Mahir Akkar’ın örgütün faaliyetleri doğrultusunda dâvâlar açtıkları belirtiliyor.
Bu kapsamda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yargılanmasının önünü açmaya çalışan Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne de, Ergenekon sanıkları sıkça uğramış.
Buyrun, bir örnek: Şu anda “Ergenekon sanığı” olan Av. Kemal Kerinçsiz, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Apo’ya “sayın”, şehitlere de “kelle” dediği iddiasıyla “suç duyurusu”nda bulunmuştu!.. Bunun üzerine savcılıkça verilen “takipsizlik” kararı, Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kaldırılmıştı!..
Ya sonra?.. Sonrasını; 11. Türk Dünyası Kurultayı’nda Mahkeme Başkanı Osman Kaçmaz’la karşılaşan Av. Kemal Kerinçsiz anlatıyor:
“Beni hatırlayabildin mi Kemal?” dedi. Hatırlayamadım dedim, efendim. Ben senin yaptığın itiraza kararı veren reisim, dedi. ‘Sincan ağır ceza’ yapmayın ağbi dedim. Ben de sizi ziyaret edecektim. Ankara’ya geldiğimde, bi gözünüzden öpüyüm dedim. Sarıldım öptüm adamı.”
Bu diyalog üzerine yorum yapmaya gerek var mı?..
Her şey apaçık ortada!..