Yürek krizimiz derinleşiyor
Alişan Efendimiz’in gönderildiği dünyada derin bir “yürek krizi” yaşanıyordu…
İnsanlar bir birlerini sevmiyor, ilişkiler menfaat ekseninde oluşup gelişiyor, hayata menfaat hükmediyordu.
Gönderildiği dünyanın “yürek krizi”ni, Peygamber-i Alişan’ın gerçekleştirdiği “Yürek İnkılâbı” çözdü…
Sevmek, vermek, görmek ve hoşgörmek gibi kavramlar, o inkılâbın özünü oluşturuyordu.
Bugünkü dünyanın da bu kavramları hayata geçirmeye şiddetle ihtiyacı var…
Aksi taktirde “küresel kriz”lerin ardı arkası kesilmeyecek, nihayet, insanoğlu ihtirasıyla çürüttüğü hayatın altında kalacaktır.
“Küresel kriz”den payımıza düşeni, doğal olarak biz de aldık…
Biz de de fabrikalar kapandı…
Sanayi geriledi…
İşsizlik oranında görülmemiş artışlar yaşandı…
Ticari hayat tıkandı: Dükkânlar neredeyse “siftahsız” kapanıyor!
Bunların sonucu olarak gelişen bir kızgınlık hali, git gide hepimizi etkisi altına alıyor.
İncir çekirdeğini doldurmayan tartışmalardan “aşiret kavgaları” çıkıyor…
Aile içi küçücük ihtilâflar, büyük patlamalara yol açıyor…
Şiddete eğilim yaygınlaşıyor…
Toplum olarak kontrolsüz bir kara öfkenin etkisi altına girmiş bulunuyoruz.
Bu hal daha fazla bencilleşmeyi, gaddarlaşmayı, kin tufanına dönüşmeyi getiriyor.
Bunlardan korunmanın yolu ise, kendi “Yürek İnkilâbı”mızı gerçekleştirmekten geçiyor…
Öncelikle hayata geçirmemiz gereken dört temel kural var:
1. Sevmek (şefkat, merhamet, hamiyet, muhabbet ve adalet içerikli bir sevgi);
2. Vermek (karşılıksız yardım=infak);
3. Görmek (bakmaktan farklı olarak, baktığını görmek ve gördüğünde Allah’ın yansımalarını bulmak; ayrıca hakkı, haksızlığı görmek ve hakkın safında yer almak);
4. Hoşgörmek…
Peygamber eksenli “yeni oluş”un temeli bu ilkelerdir…
Özellikle de “şefkat”, “merhamet”, “hamiyet”, “muhabbet”, “adalet” içeren sevgi… Aslına bakarsanız tâ Hz. Âdem’in şeytanla mücadelesinden başlayıp tüm peygamberleri kuşattıktan sonra Peygamber-i Âlişân Efendimiz’e kadar gelen “mücadele”nin bir tarafında “sevgi-şefkat-adalet-merhamet”, öbür tarafında “kin ve nefret” vardı…
Bu mücadele, sözün tam manasıyla, sevgi ile nefretin yüreklere hâkim olma mücadelesiydi. Peygamber-i Âlişân Efendimiz, hayata sevgiyi hâkim kılmak için gönderildi…
Yani O bir “Sevgi Peygamberi”dir.
Bu vasfı o kadar belirgindir ki, ümmetini sürekli olarak görmeye, hoş görmeye (hor görmeyi Bizans’tan öğrendik), affetmeye ve sevmeye yönlendirmiştir…
Kendisini taşlayanların yanı sıra sevgili amcasını katledenleri de bağışlamış, ağzına hemen hemen hiç beddua almamış, oğlu Hz. İkrime incinmesin diye, öldükten sonra Ebucehil’in aleyhine konuşulmasını dahi yasaklamıştı…
Sürekli tebessüm ederdi: Arkadaşları ittifak halinde, “Onu asık suratla hiç görmedik” şeklinde, gülen yüzüne şahitlik ediyorlardı…
Bu sayede hayat hızla değişiyor, “Cehalet Devri” kısa süre içinde “Saâdet Devri”ne dönüşüyordu.
Oysa evlerinde ne buzdolabı vardı, ne çamaşır, ne bulaşık makinesi!
Uçak yok, otomobil yok, bilgisayar yoktu…
Kısacası, bugün hayatımızı kolaylaştırdığını düşündüğümüz hemen hiçbir teknolojik ürün mevcut değildi.
Buna rağmen hayata “huzur” hâkimdi…
İnsanlar mutluydu…
Gülümseyerek bir birlerini selamlıyor, olan olmayana veriyor, olmayan “sabır içinde şükür” anlayışı çerçevesinde yine mutlu oluyordu.
Osmanlı bu ahlâki telâkkiyi Devr-i Saâdet’den aynen aldı ve daha sistemli bir şekilde hayata geçirdi.
Bu sayede israfı önledi…
Bu sayede rüşvetin yolunu kesti…
Hırsızlığı-uğursuzluğu ortadan kaldırdı…
Vurgunun-soygunun, her türlü yolsuzluğun önünü aldı.
Ortaya yürek krizi bilmediği için ekonomik krizlere düşmeyen bir toplumsal yapı çıktı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.