Sentetik milliyetçilik ve yeni azınlıklar
20. Asır Türkiye’sinin en fazla tükettiği kavramlardan biri de “milliyetçilik”ti. Bu kadar çok kullanılan, tüketilen bir kavramın derinlemesine bilinmesine ihtiyaç vardır elbette. “Milliyetçilik” her niyete göre yenilen bir meyve gibi. Anayasa’da “milliyetçilik” var. Bu nitelenmiş bir milliyetçilik: “Atatürk milliyetçiliği”. MHP’de milliyetçilik vurgusu güçlü, öte taraftan, “solcu”luk iddiasındaki CHP ve DSP de milliyetçi parti sayılıyor. Onların solundakiler de kendilerini “ulusalcı” olarak niteliyorlar. Herkes “milliyetçi” ve milliyetçilik, ikibine doğru, 1930’lardaki anlamlandırılışına çok uygun bir şekle dönüştü: Tepeden inmeci, baskıcı, devletçi.
Peki bu milliyetçilik nereden çıktı da 20. Yüzyılda Türkiye’nin en fazla tükettiği bir kavram haline geldi? Bu konu pek fazla derinlemesine incelenmiş değildir. Mehmet Karakaş’ın “Türk Ulusçuluğunun İnşası” adlı çalışmasında dikkate değer ipuçları var (Ankara, 2001). Karakaş başlangıçta, nasyonalizm / milliyetçilik’in tarihî macerasını özetliyor. Milliyetçilik esas itibarıyla totalitarizme yatkın, bilinç oluşturucu, yeniden toplum inşa edici bir ideoloji.
Batı kendi toplumunu inşa ettikten başka, 19. Yüzyılda doğu toplumlarını kendine göre oluşturmak için faaliyete girişti. Doğu halklarının bu arada Türklerin kimliklerinin yeniden biçimlenmesi için türkoloji çalışmalarına hız verildi.
Türkoloji, oryantalizm gibi, “sömürgeciliğin keşif kolu” olarak anlam kazanmıştır. Türkoloji çalışmalarıyla, “Türklerin kimliği, Batı’da oluşan yeni ilişkilere göre Batı ile uyumlu biçimde yeniden biçimlendirilmiştir. Sonuçta Batı’daki türkoloji çalışmaları, Orta Asya Türklüğü temelinde Türk kimliğini Osmanlılık dışında yeniden tanımlama çabası olarak karşımıza çakmaktadır.” (sf.100) Bu bağlamda öncelikle dil konusu ele alınmıştır. Türkçe’nin yenileştirilmesi, böylece gelenekle bağların koparılması oryantalizmin bir kolu olan “türkoloji”nin 20. Yüzyıldaki temel uygulamasıdır.
Türkçe vurgusu, tamamen İslâm öncesi döneme ağırlık verilerek yapılmaktadır. Böylece, mevcut organik milliyetçilik etkisizleştirilmekte, Osmanlı ve İslâmın dışında bir Türk kimliği inşa edilmek istenmektedir. “Osmanlının geleneksel konumu ve anlayışı dışında şekillenen bu çalışmalar; daha ziyade antropolojik bulgulara dayanan incelemeler olarak telakki edilebilir. Âdeta tarihsiz toplumları inceleme usulleri bu çalışmaların metodunu oluşturan unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.”
Türklerin kimliği Batı’nın Türklerle ilgili geliştirdiği yeni siyasete uyumlu hale getirilmek için yeniden yorumlanmakta, böylece milliyetçilik kavram olarak tam bir “Truva atı” konumu kazanmaktadır.
Türkiye’de batı tipi milliyetçilik, toplumumuzun organik milliyetçiliğine bir alternatif olarak ortaya konulmuş, kuvveti ele geçiren komitacı unsurlar, yeni bir Türk kimliği, yeni bir ulus inşa etmek için baskıcı, tepeden inmeci metodlar uygulamışlar, şiddete başvurmuşlardır. Bu baskı ve şiddet, arzu edilen toplum bir türlü inşa edilemediği için, bugün de çeşitli şekillerde sürdürülmektedir.
Peki Türkiye’nin gerçek milliyetçiliği ne idi? Türk siyasî tarihi ile ilgili çalışmaları ile uluslararası bir şöhrete sahip olan Prof. Kemal Karpat geçen yüzyılın sonunda oluşan “milliyetçilik” konusunda çok etkileyici sonuçlara ulaşmıştır. Osmanlı-İslâm ve doğu toplumlarında 19. yüzyılın sonunda organik, kendiliğinden bir “milliyetçilik” akımı ortaya çıkmıştır. Hiçbir ideologun çerçevesini çizmediği, teorisini yapmadığı, hiçbir resmî propaganda ve zorlamanın olmadığı bir oluşum olarak tezahür etmiştir.
İslâmcılık (elbette, bir aydın hareketi olan teorik “islâmcılık”tan farklı bir şeyden söz edilmektedir) geçen yüzyılın sonunda Osmanlı toplumunun, Müslümanların, Türklerin milliyetçiliği olarak yükselmiştir. Bu milliyetçilikte bütün yapıcı unsurlar kendiliklerinden rollerini oynamışlardır. Tabiî bir toplum modeli, kendinden güç alan bir iktidar yapısı ortaya koymuşlardır. 2. Abdülhamid’in yürüttüğü politikalar, bu milliyetçilik anlayışıyla uyumlu olduğu için başarılı olmuştur.
İttihatçılar ve onların varisi olan cumhuriyetçiler, yeniden sentetik milliyetçiliğe, devlet tarafından inşa edilen millet fikrine dönmüşlerdir. Toplumsal uyumsuzluğu tırmandıran bu uygulamalar, bugüne çözümsüz problemler devretmiştir. Milliyetçi fakat milletine düşman, milletinin değerlerine karşı zümreler derin bir bölünük ülke tablosu meydana getirmişlerdir. Milliyetçilik bu mânada birleştirici değil, bölücü bir rol oynamış ve karşı milliyetçilikleri tahrik etmiştir.
Diğer taraftan, toplum inşa eden milliyetçilik, halkla çatışan, onu dışlayan bir totalitarizmin ve baskıcılılığın kaynağı olmuştur. Başbakan Erdoğan’ın Düzce konuşmasını bir de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Modern Türkiye’nin en büyük başarılarından birisi olarak azınlıkların tasfiyesi gösterilir. Türkiye Lozan’dan sonra daha “mütecanis” bir ülke haline getirilmiştir. İttihatçılar tehcir/göçürme ile Ermeni nüfusu azaltmış, Cumhuriyetçiler de mübadele ile Rum nüfustan kurtulmuştur. Son hamle, İstanbul Rumlarından 5-7 Eylül olayları ile kurtulmaktır!
Bu Türkiye’nin iç dengelerini olumlu mu etkilemiştir, olumsuz mu? Müslüman olmayan azınlıkların tasfiyesi, sentetik milliyetçilik uygulamaları için gerekli idi. Farklılıkları bir arada yaşatırken aynı zamanda çoğunluğun değerlerine karşı savaş açmak mümkün değildi. İslâm karşıtı hareketleri azınlıkların belli oranda bulunduğu Türkiye’de resmî olarak yürütmek imkânsızdı. Yeni Türkiye’nin kurucuları azınlıkları tasfiye erken, geriye kalan mütecanis bütün içinden yeni azınlıklar çıkaracak uygulamalara giriştiler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.