Gülen'i dinlerken...
Pennsylvania (ABD)- Muhterem Fethullah Gülen'i, tam karşısında oturarak dinliyorum. Sayın Gülen, yıllardır, asrın Müslümanlarına; dinin özüne, Kur'an ahlakına dönerek örnek bir temsil kabiliyeti kazandırmak için adeta çırpınıyor.
Dünyada ve Türkiye'de demokrasiden geriye dönüş olamayacağını 1994'te, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın İstanbul'daki tanıtım toplantısında söylediğinde, ifadeleri dikkat çekici olmuştu. Bir Müslüman kanaat önderi ilk defa demokrasiye böylesine kuvvetli bir vurgu yapıyordu. Tabii sorgulayanlar, eleştirenler de oldu. Ne kadar samimiydi? Takiye mi yapıyordu?
Aradan 15 yıl geçti. Sayın Gülen'in tavsiye ettiği eğitim ve diyalog hizmetleri dünyanın dört bir tarafına yayıldı. İşte önümüzdeki hafta 115 ülkenin çocukları, gençleri Türkçe Olimpiyatı'nda yarışacaklar. Yepyeni bir nesil, farklı renk, dil, inanç ve kültürden olmalarına rağmen kardeşçe, sevgiyle, hoşgörüyle bir araya geliyorlar.
Sayın Gülen demokrasi konusunda dindar insanların ufuklarını açtı. Dindar insanlar bu demokrasi konusunu, hayatî bir mesele olarak daha önceleri hiç böylesine ele almadılar. Müslüman coğrafyaya bakılırsa, İslamî hareketlerin hepsi tepki hareketleridir. Sayın Gülen ise; kendimiz kalarak, kendi değerlerimizle dirilerek, dünya ile entegre olmayı teklif ediyor. Bunun ilk şartı ise, Türkiye'yi ve dünyayı doğru okumaktır. İkinci şart da, farklılıkların öne çıktığı, derinleştiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu farklılıklar ya kavga sebebi yapılacak ya da bir zenginlik olarak görülecekti. Sayın Gülen zenginlik olarak görülmesini, empati yapılmasını, barış adına makul yollarla doğru zeminler hazırlanmasını tavsiye etti.
Yollar; fikir ve ifade hürriyetinin, din ve vicdan özgürlüğünün genişletilmesi, çoğulculuk, herkesin hesap verebilmesi, adil gelir dağılımının sağlanması ve şeffaflıktı. Buluşma zemini de ileri demokrasiydi. Daha insanî, mana boyutlu bir demokrasi...
Bu yolda Müslüman'a düşen nedir? Sayın Gülen'in bu soruya benim dikkatimi çeken iki cevabı var: Bir, diyalog olmadan hiçbir şey yapılamaz. Çünkü diyalog, aradaki uçurumu kaldırmaktır. Diyalog da şudur: Herkesin konumuna saygılı olmak... Kim kendi konumuna saygı istiyorsa, başkalarının konumuna da saygılı olmak zorundadır. İkincisi, mesele diyalogla bitmiyor, bunun bir adım ötesi, paylaşmaktır. Dindar insanlar eğer diyaloğun önemine inanıyor, paylaşmayı kabulleniyor, evrensel insanî değerlerde buluşmayı onaylıyorsa yapılacak tek şey var: "Severim yaradılmışı, Yaradan'dan ötürü" diyerek herkesi sevgiyle kucaklamak, gönüllere girmek, gönülleri fethetmek... Zor bir yol bu. Kendini aşmak var. Fedakârlık var. Sadece insanoğluna ait bir erdem olan, başkaları için yaşamak var... Sayın Gülen'in teklifi bu yoldur. Örnekleri kendinden bir hareketle temsil gücünü ortaya koymak, insanı insanlığına yükseltmek...
Geçtiğimiz pazar günü ikindi namazı sonrası, Sayın Gülen'in tam karşısında otururken ilk defa işittiklerimle gönlüm bir daha yıkandı. Sayın Gülen; "Hazreti Ali'nin yumuşaklığı Mevlânâ'dan kat kat üstündür." diyordu. "Bela okumayın, beddua etmeyin." diyordu. Devamında söyledikleri beni ürpertti: "Beddua etmek, seviyeli insan işi değildir, insana seviye kaybettirir..." O konuştukça ruhumun da yıkandığını hissettim. Şöyle diyordu:
"Allah'ım Sen onlara hidayet eyle. Onlardan, kötülük yapma duygusunu al ve kalplerini iyilikle doldur. Değilse, sen bilirsin..." Bizlere dönüp devam etti:
"Sizi böyle bilmeyenler, vehimlerle, kuruntularla suçluyorlar. İnsaflı davranmıyorlar. Yeryüzüne meteor düşse 'bunların yüzünden' diyorlar. Ama her şeye rağmen bize mülayemet, yumuşak davranma, şefkat düşer. Bu da peygamberane bir tavırdır. Madem biz de onların yolundayız, bu yoldan ayrılmayalım. Gerçek fütuhat, gönüllerin fethidir. Güce dayanan fetihler sona erer, fakat gönüllerin fethi kalıcıdır."
Ne iyi etmişim de, sohbet-i cananın kaynağına gelmişim...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.