Devlet mi ideoloji mi?
Parti kapatma davaları açarak tek partiden miras kalan köhne rejimi sürdürebileceğini sanan Başsavcının “muhafazakâr partiler öne çıktıkça, ekonomik büyümeye daha çok vurgu yapılmak suretiyle, laikliğin gündemden düşürüldüğü görülmektedir” cümlesiyle ifade ettiği rahatsızlık, “devlet mi ideoloji” mi sorusunu tekrar gündemimize soktu.
Konuyu, “Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu” isimli kitabımızda derinlemesine ele almıştık. Bugünkü yazımızı ilk baskısı 2007 yılında yapılan kitaptan alıntılarla oluşturmayı yararlı gördük.
Bu konuşma bize, “Türkiye'de modernleşme kavramının ve uygulamalarının doğru değerlendirilmesi yolunda bazı kesimlerde büyük mesafe alınamadığını (ve hiçbir zaman alınamayacağını) gösteriyor. Bu yüzden Türkiye'de düşünce hâlâ tabularla, korkularla bastırılıyor. Tabuların ekseninde ise "laiklik" yer alıyor. Türkiye'de modernleşme ideolojisi uzun zamandır laikliğe indekslenmiş durumdadır. Türkiye'nin resmî modernleşme programı olan "batılılaşma"nın bir mağlubiyet ideolojisi olduğunu, halkla bütünleşme ve uzlaşma yerine zora ve dış baskıya dayandığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. "Mağlubiyet ideolojisi", halkı, onun inanç, düşünce ve hissiyatını dikkate almaz; aksine bunları yok etmenin yollarını arar. Çünkü o halkın inanç, düşünce ve değerlerinden ötürü, mağlubiyetimize yol açan korkulacak kudrette düşmanımız vardır! Bu itibarla, Cumhuriyet gerçekten başlangıçtan itibaren "cumhuriyet" olsaydı, yani demokratik kurallar işleseydi, halkın tepkileri ve hissiyatı dikkate alınarak bir modernleşme programı uygulansaydı, 1950'lerden sonra kaydedilen gelişmeler, 1930'larda sağlanabilirdi ve Türkiye şimdi bulunduğu noktanın çok ötesinde olabilirdi.
Modernleşmeyi bir mağlubiyet ideolojisi olan “batılılaşmaya” dönüştüren kesimlerin sınıflamasına göre, mesela Abdülhamid, Menderes ve Özal "gericiler" arasındadır. Fakat gerçek de şudur ki, Osmanlı modernleşmesini sözden uygulamaya geçiren Sultan 2. Abdülhamid'dir. Teşkilât, imar, ulaşım-iletişim, öğretim-eğitim alanlarında Sultan 2. Abdülhamid Han döneminde yapılanlar inkâr edilemez vüs'atde ve önemdedir. Aynı şekilde Adnan Menderes, Demirel (bir süre) ve Turgut Özal da Türkiye'nin modernleşme yönünde büyük merhaleler kat’etmesini sağlamışlardır. Kendini "ilerici" olarak niteleyenlerin gözünde Necmeddin Erbakan da Menderes'den, Özal'dan daha gerici bir politikacıdır. Ancak onun Türkiye'ye teklif ettiği ve uygulamaya çalıştığı ağır ve yaygın sanayileşme planını hiç bir sözde ilerici ortaya koyamamıştır.
"Laiklik" uzun süre modernleşmenin ve batılılaşmanın gerekcesi olarak gösterilmiştir. Fakat Türkiye'nin modernleşmesi geniş ölçüde "laiklik" saplantısı olanlar tarafından değil, muhafazakârlar ve dindarlar tarafından gerçekleştirilmiştir ve öyle anlaşılıyor ki, gelecekte de onlar tarafından gerçekleştirilmeye devam edilecektir. Bu yüzden bazılarının "bize laiklik lâzım, gelişme de, modernleşme de istemeyiz" demelerine hiç şaşırmamak lâzımdır! Laikliği demokrasinin gerekcesi olarak gösteren kesimlerin iş zora çattığında "bize laiklik lâzım, demokrasi olmasa da olur" dediklerini de unutmayalım.
Devlet mi ideoloji mi?
Türkiye'de, ideolojik katılık yüzünden, "devlet mi ideoloji mi" sorusuna bir türlü doğru cevap verilemiyor. Resmî ideolojinin bir dönem tanımı olduğunu, o dönemle sınırlı bir rolü bulunduğunu artık kabul etmek gerekiyor. Bu kabul konusunda kararsızlık sürdükce ülke her bakımdan belirsizlikler içinde kalacaktır.
Türkiye'de resmî ideolojik tanımlamaların, mesela ekonomide geçerliliğinin kalmadığını, atatürkcülük ilkeleri arasında sayılan devletciliğin tarihi bir hâtıra olduğunu artık herkes kabul ediyor veya en azından kabul etmiş görünüyor. Burada soru şöyle sorulmuş olmalıdır: Rejimin devletcilik ilkesi mi korunmalı, ekonomik gelişme mi sağlanmalı?
Buna benzer soruların Anayasa'ya ve Anayasa'da zikredilen “değişmez/değiştirilemez” ideolojik ilkelere karşı da sorulması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bugün "halkcılık ilkesi nedir, ne işe yarar?" sorusunu sormalıyız. "Milliyetcilik" ilkesinin ne anlama geldiğini, kimin elinde neye âlet edildiğini sorgulamalıyız. Türkiye'de artık kimse "devletcilik" gibi "devrimcilik" ilkesinden de söz etmiyor. "Atatürk ilke ve inkılapları"nın kadrolu bekcisi gibi görülen silahlı kuvvetler 12 Eylül müdahalesinden sonra bu ilkeyi ortadan kaldırdı çünkü!
Meşhur "cumhuriyetcilik" ilkesinin demokratik muhtevası olmadığını, totaliter bir yönetime cumhuriyet demenin neticeyi değiştirmeyeceğini "İkinci Cumhuriyetciler" sürekli vurguluyorlar.
Altı okun beşinin durumu bugün kısaca böyle. Bunlar yalnız altı oku sembol seçen CHP'nin ilkeleri değil, Anayasa'nın başlangıcına göre, bütün partilerin, bütün Türkiye'nin resmî ilkeleridir. Ancak gerçek ortada: Türkiye artık bu ilkelerle yönetilmiyor. Peki neden yönetilmiyor? Çok açık: Yönetilemiyeceği için yönetilmiyor!
Altı ilkeden sadece bir tanesi üzerinde durmadık. Unuttuğumuzdan değil, elde resmen kala kala o kaldı da ondan! Bugün rejimin neresini değiştirirseniz değiştirin kimse sesini çıkarmıyor, ancak bir nokta var ki, hâlâ bu nokta üzerinde hassasiyet gösteren kesimler varmış gibi görünüyor. Bu ilkenin laiklik ilkesi olduğunu tahmin etmek zor değildir. Görünüşte Türkiye'de bugün rejimin rengini laiklik ilkesi belirliyor. Fakat, en az dayanıklı ilkenin bu ilke olduğundan şüphe etmemek lâzım. Eğer halkcılık, milliyetcilik, devrimcilik, cumhuriyetcilik ilkeleri bugün altı çizilmeyen, hatta savunulamayan ilkeler haline gelmişse, kendi kofluklarından çok laikliğe sorulan sorulara bu ilkenin tatminkâr cevaplar verememesindendir.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.