Adalet terazisini tutan kadının gözlerini kapatın...
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) açıkça bir şaibe altına girdi. Ergenekon davası savcılarının ve hâkimlerinin değiştirilmesi için ısrar edilmesi, Kurul'u kilitledi. Demokratikleşme konusunda yüksek yargıda görülen direncin, bir başka örneği ile karşı karşıyayız. Neden böyle oluyor?
Türkiye'de sadece sivil irade üzerinde değil, yargı üzerinde de açık bir askerî vesayet vardır. CHP Genel Başkanı Sayın Baykal itiraz ediyor ama 28 Şubat sürecinde olanları bir daha hatırlayalım.
10 Haziran 1997'de, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerine, otobüslere bindirilerek götürüldükleri Genelkurmay'ın konferans salonunda, topluca brifing verildi. Çoğunun gönüllü, kimisinin de, darbe olursa üyelikten alınma endişesi ile katıldığı 250 Yargıtay üyesinden, sadece 5'i o brifinge gitmedi. İlkine katılamayan bazı üyeler, dönemin Yargıtay Başkanı Müfit Utku'dan ricada bulunarak yeni bir brifing düzenlenmesini istedi. Utku, Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı ile görüşerek, Yargıtay daire başkanları, üyeler, tetkik hâkimleri ve savcılar için, iki gün sonra özel bir brifing verilmesini sağladı.
Brifingde o dönemde görevde olan başbakan ve bakanlara ağır suçlamalar yöneltildi. "Cumhuriyet tehlikede, baktığınız davalarda dikkatli olun, rejimi ve laikliği koruyun, kararlarınızı buna göre verin" mesajı iletildi. Yüksek yargı mensupları, brifing bittikten sonra, konuşma yapan komutanları dakikalarca ayakta alkışladı. (Detaylı bilgi için emekli Yargıtay üyesi Dr. Ekrem Serim'in 27 Şubat 2006'da Zaman gazetesinde yer alan ifadelerine bakılabilir.) Bu manevî baskı havasının, tesirlerini devam ettirmediğini söylemek zordur.
Her askerî darbenin ardından, vesayet rejiminin devamı için Anayasa'da, yargıda emniyet supapları oluşturuldu. Aslında yargıyı, temelde adalet anlayışını yaralayan/sakatlayan yapı, tek parti döneminden beri sisteme hâkim olan ideolojik yaklaşımın sonucudur. Devlet partisi CHP'den tutun da, kendini statükonun muhafızlarından biri gibi gören bazı işadamlarına, sendikalara, barolar birliğine, medya patronlarına, üniversitelere kadar ayrıcalıklı elit tabaka, kendine, demokrasinin vermediği bir misyon biçiyor: "Ülkenin, vatanın, rejimin, Cumhuriyet'in asıl sahibi biziz. Aslolan, vatandaş değil, devlettir. Devletin menfaatlerinin ne olduğunu biz biliriz ve onları korumaya kararlıyız." İşte Türkiye'de yargı zihniyetini siyasallaştıran ve ideolojik kalıba sokan düşünce budur. Ve bu zihniyet, bugün AB üyeliğimizin, demokratikleşmemizin önündeki en büyük engeldir. Hâkimler, devlet ideolojisinin savunucusu oldukları sürece yargı "kapalı bir kast sistemi" olmaya mahkûmdur. Yargının tarafsızlığını anlatma adına, adaletin sembolü olan kadının gözleri kapalıdır. Türkiye'de ise kapalı değildir. Yargı, tarafları görmektedir. Ve taraflardan biri, devletin adamları ise, "iyi çocuklar" ise terazi kefesi onlardan yana ağır basmaktadır. Bunun sonu, yürütmenin yerini, yargının almasıdır. Yani, hâkimler hükümeti (jüristokrasi)dir.
Anayasa hükümlerine rağmen, yargı organlarının; kendileri için yeni yetki sahaları açtıklarını, bunu da meşrulaştırmaya çalıştıklarını görüyoruz. Danıştay'ın birçok kararı, yürütmenin takdir yetkisini kaldıracak biçimde tezahür ediyor. Anayasa Mahkemesi, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hükümler tesis eden kararlar alıyor.
Ergenekon Davası, toplumun şuurlanmasını, demokratikleşme talebini artırdıkça, tartışma alevlenmekte, kutuplaşma ve gerilim tırmanmaktadır. Türkiye, bir yandan uluslararası alanda güçlü bir devlet haline gelirken, bir yandan içeride çelmelenme tehlikesi altına girmiş bulunuyor. Demokratikleşmenin çelmelenmesi, Türkiye için en büyük zaafı oluşturur. Siyasî istikrar da, ekonomik istikrar da şu anda bıçak sırtında gidiyor.
Hükümetin ve ona demokratikleşme konusunda destek verenlerin kararlılığı olmasa, çelmeyi çoktan yemiştik...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.