Rüyadaki şehir
Daha önceki yazılarımdan birisinde tahakkuk eden bir rüyadan bahsetmiştim.
Akşemseddin diyarı Göynük’ü ilk ziyaretim sırasında rüyanın bir başka zaviyeden ve boyuttan daha tahakkukuna şahit olacaktım. Bunu rüyanın zeyli olarak yazacaktım, lakin rüyadaki rüya şehri anlatmayı yeğledim. Zira rüyanın kahramanlarından birisi Akşemseddin iken rüyanın kahramanlarından bir ötekisi de onu bağrında saklayan mekan kahraman, o şehir olmalı. Bu rüya daha önce Cüneyd-i Bağdadi gibi gördüğüm müteşabihat rüyalardan birisiydi. Bir yıl kadar önce olmalı Suudi Arabistan’ın güney şehirlerinden birisiydi. Ebha bölgesi veya benzeri bir mekan olmalı. Ahşap bir cami içindeyim. Cami sevimli anlamında minik ve ahşaptandı. Birden kendimi caminin dışında ve şehrin merkezinde görüyorum. Bir an Kuzuluk gibi küçük bir sayfiye veya tatil beldesine benzetiyorum. Kuzuluk’tan da küçük olmalı. Bir de bakıyorum şehrin merkezinde yine ahşaptan bir köprü var. Köprü minik bir köprü. Köprü kemerli ve zirvesi çıkık ve etrafında da korkuluk var. Köprü bir çayın üzerine kurulu. Birden aklıma şöyle bir soru geliyor: Arabistan’da da çay ve nehir olur mu? Lakin bakıyorum su akıntısı olmasa bile galiba yaz mevsimi nedeniyle sular çekilmiş ama ötede beride orada burada su birikintileri var. Anlıyorum ki, zaman zaman bu çay suyla doluyor ve kemerli köprünün altından sular akıyor. Sonra ahşap küçük köprüden öte yakaya geçiyorum ve biraz suyun kaynağına doğru gidiyorum. Birden inanılmaz bir durumla karşılaşıyorum. Sanki gözümün değdiği yer multeka’n nehreyn, mereca’l bahreyni yeltekiyani (nehirlerin veya iki suyun birleştiği yer) misali bir yer vaziyetini almış.
¥
Birden gözümün değdiği çayın gerisinde çayla birleşen bir deniz bilemediniz bir nehirle göz göze geliyorum. Buna burun buruna gelmek de denebilir. Yine birden kendimi deniz cesametinde sanki bir nehrin kıyısında buluyorum. Nehirle karanın buluştuğu yerde bir asfalt yol beliriyor. Asfalt üzerinde hanımla birlikte kendimi kamyon tarzı bir aracın güvertesinde buluyorum. Su ile yeşilin buluşması azgın bir yeşilliğe dönüşmüş ve bunun sonucunda asfaltta dahi yeşillikler bitmiş. Asfaltın kenarı yeşile bürünmüş vaziyette. Kamyonun üzerinde seyahat ediyoruz. Bizden başka kimse yok. Bir ara iki kadın daha arabaya binmek istiyordu. Manevi atmosferi bozarlar korkusuyla pek isteksiz davranıyorum. Lakin onlar da atmosferi bozmuyorlar. Sonrasında nereye gittiğimiz sorusunun cevabını alıyoruz. Meğer o coşkun suyla coşkun yeşilin buluştuğu Arabistan toprakları üzerinden Akşemseddin’i ziyarete gidiyormuşuz. Ziyaret için Anadolu’dan Hicaz’a gidilir, biz de tersine Hicaz’ın bir yerinden Akşemseddin’e gidiyoruz veya geliyoruz. Bu rüyadan sonra kaç defa Akşemseddin’i ziyaret etmeye niyetlendim. Mayıs ayında yapılan etkinlikleri kolladım. Ama nasip değilmiş. Hayatımın başlangıç noktasına Adapazarı’na döndüm. Bir rüyanın peşine düşmüştüm ama ona yol bulamıyordum. Adapazarı’ndan umumi nakil vasıtalarına binerek Göynük’e gitmek istedim ama pek de müsait bir pozisyon bulamadım. Bunun üzerine beklemekten başka çaremiz kalmadı. Ta ki bir zuhurat çıkana kadar.
¥
Fikrimi biradere açtım. O da bizim köylülerimizden ve hemşerilerimizden Fikret Çelikateş’e açmıştı. Bu vesile ile hem bir memleket ziyareti yapacak hem de Akşemseddin diyarına gidecektik. Ben rüyamı Fikret Çelikateş’e de aktarmıştım. “Senin rüyanın geçtiği şehir Göynük” dedi. Bir anlam veremedim. Zira daha önce Göynük’e gitmiş değildim ve nasıl bir yer olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Bihaberdim. Sonunda bir kafile olarak 15 Ağustos tarihinde Erenler ile Erenler (Erenler’den Erenler’e inşallah başka bir yazının konusu) arasında bir gezi yaptık. Dört kişi sabah karanlığında yola çıktık. Şoförümüz ve mihmandarımız Fikret Çelikateş idi. Beraberimizde kardeşim İbrahim Özcan ve kayın kardeşim (kayınbiraderim) Mucip Geyik bulunuyordu. Beraberce Geyve-Taraklı hattı üzerinden nihayet Göynük’e vasıl olduk. Böylece rüyamdaki şehre vasıl olmuş olduk. Türbe Akşemseddin’in vefatından yaklaşık 5 yıl sonra yaptırılmış. Türbe doğusundaki Gazi Süleyman Paşa Camii Batısındaki küçük çay ile Süleyman Paşa İmareti arasında yer alıyordu. Mekana vardığımızda Fikret yine tutturdu “Senin rüyandaki şehir işte burası” diye. “Sen burayı görmüşün” dedi. Gerçekten de burası ufak tefek farklılıklarla birlikte benim Arabistan’da gördüğüm şehrin tıpkısıydı. Ahşap Camii Gazi Süleyman Paşa Camii’ydi. Lakin Süleyman Paşa Camii kesme taşlardan yapılmış, ruhani olduğu kadar muhteşem bir taş yapıydı. Elbette rüyada türbe yoktu. Türbe de taştan yapılmıştı. Türbeyi kaldırdığınızda Arabistan’daki şehir ile Akşemseddin külliyesi neredeyse tıpa tıp aynısıydı. Benim gördüğüm çay da burasıydı. Akabinde gördüğüm muhteşem manevi nehir de bu nehir olmalı. Ve gördüğüm kemerli ve korkuluklu köprü ise türbe ile İmarethane arasındaki köprünün ta kendisiydi. Tek farkla, Akşemseddin’in medfun bulunduğu yerin köprüsü biraz daha büyük, çayının suyu da biraz daha fazlaydı. Ve rüyada sadece türbe yoktu. Lakin biz rüyadaki şehirden türbeye doğru yola çıkmıştık. İşte türbeye vasıl olduğumuzda Fikret’in dediği gibi rüya rüya olmaktan çıkmış ve gerçeğe tebeddül etmişti.
Bitirmeden; bu yazı, daha önce Vakit’te yazmış olduğum Hacı Bayram-ı Veli’den Camii-i Emeviye yazısının manen bir devamıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.