Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

Sahili olmayan deniz

Sahili olmayan deniz

İnsan yer ile gök arasında bağlantı ve köprü merkezidir. Bundan dolayı Akşemseddin insanı, arz ettiğimiz rüyadaki gibi Arabistan’daki küçük çayla Göynük’e giden ummanın birleştiği noktaya benzetmiştir. Bu anlamda Akşemseddin’de insan ‘bahreyn mecmaıdır’ yani iki denizin birleştiği yer ve mekandır. Kavuşum kavşağı ve iltika noktasıdır. Bu da oluyor ki, rüyadaki hakikat Akşemseddin’in hem kendisi hem de çizdiği insan portresidir. Bu da Allah’ın insana kendinden verdiği ruh ile kendisinin isim ve sıfatlarını ihata eden sonsuz denizin buluştuğu mekandır ki, biz buna gönül diyoruz. Onun derinliğinin sınırı olmadığı gibi bir kenarı da yoktur. Sahilsiz bir umman ve denizdir. Akşemseddin bunu açıklamanın çok zor olduğunu söyleyerek; “Beni gören kimse içimi dışımı beden sanır. Halbuki içimde o sahilsiz deniz vardır” demektedir. İşte insan bundan dolayı bütün kainatın ve Hakkın tecelligahıdır. Onun görevi aslına kavuşuncaya kadar hep onu istemek ve o yolda didişmektir.
Onun için Akşemseddin “Kul isen hani sultanın?” diye soruyor. Hemen arkasından “Mülkü, yani bedeni viran eyledin, bu mülke sultan iste ki bulasın”, talebinde bulunuyor. Zira can beden kafesinde kutsal bir kuştur. O hep asıl yurduna varıp orada yerleşmek ister. Ancak oraya maddi zenginliklerle, şan, şeref ve nişan ile varılmaz. O, ruhu zengin gönlü pişkin bir garip işidir. Akşemseddin diyor ki, bu beden ve canı terk etmeyen canana ulaşamaz. Gönlünü öyle bir cana ver ki o her vücudun canı (Allah’ın ruhu) olsun. Zira, insan asıl denizin kaynağıdır. Bunu fark etmeyip de kırlarda, vadilerde susuz dolaşıp gezmek olmaz. Dünya sevgisi kalbi harap eder. Halbuki, o insanın zehiridir. Berrak su sanıp insan onu içmemelidir. Onun içeceği su, ab-ı hayat kaynağı ve sonsuzluk çeşmesinin suyudur.

Kur’an ifadesiyle dünya seyrangah, bir nevi bulut ve sistir. Peygamberimiz de ona gölgelik olarak hitap etmiştir. Bu gölgeler dünyasının ruhu ve gönlü insandır. Zira inişi ve çıkışı olan dinamik bir varlıktır. Aşağılar aşağısı ile yukarılar yukarısını buluşturur. Mülk ve meleküt aleminin anahtarıdır. Burada Akşemseddin’in aslına kavuşuncaya kadar onu istemek, aramak tabiri bize Mevlana’nın benzetmesini hatırlatmaktadır. Ney’in ahu enini ve figanıyla alakalı benzetmesini çağrıştırmaktadır. Ney sazlıktan koparılmış ve vücudu aslından cüda olmuş bir vaziyette hep aslını terennüm eder. Adem ve Ademoğlu da cennetten dünyaya veya Pandoranın kutusuna düştükten sonra hep geldiği yüce yere ulaşmayı arzular. Dolayısıyla bunu istemeyenlerin ruhu pörsümüş ve sönmüştür. Daha doğrusu kafes, canı esir almıştır. Halbuki canın hayatı o kafesten kurtulmaktadır. Bundan dolayı Mevlana ölümü, kavuşmaya ve visale ve vuslata ve şeb-i arusa benzetmiştir. Onun diliyle ölüm bir ırs yani düğün dernek ve bayramdır. Zira canın canana ve aşıkın maşuka kavuşması anı ve tenin kafesinden ve berzahından kurtulup ruhun asli vatanına dönüşüdür. İstanbul’un manevi fatihi Akşemseddin gerçekten de hem bir sufi hem de bir irfan eridir. Onun diliyle sufiler nurani bir taife ve bölüktür. Manevi talebesi Fatih onun gibi bir derviş olmaya cihangirliğini yeğlemiştir, lakin makamların kaderi farklıdır. Melekut sultanı Akşemseddin, “sana mülk sultanı olmak yaraşır” diyerekten ona taç yerine hırka giydirmemiştir. Melekutun tacı hırkadır.

Kayıtlardan öğrendiğimize göre, Fatih ile Akşemseddin arasında zaman zaman cefa yani soğukluk ve uzaklık halleri hasıl olmuş, lakin Akşemseddin kimyasıyla ve ruh tababetiyle bu soğukluğu aşmış ve gidermiştir. Fatih sadece İstanbul’u fetheden bir komutan olarak bahtiyar olmadığını, aynı zamanda Akşemseddin zamanına erişmiş ve yetişmiş biri olarak da bahtiyarlığının sonsuz olduğunu söylemiştir. İstanbul fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet asabi haller yaşamıştır. Önce kimi ulema İstanbul’u sadece Mehdi’nin alacağını ve binaenaleyh bunun Fatih’e müyesser olmayacağını söyleyerek genç padişahın hevesini kırmışlardır. Akşemseddin ise ağırlığını öteki tarafa koymuş ve Mehdi’nin fethinin bilahare olacağını ifade etmiştir. Kuşatma sırasında da birçok kabz ve yürek daralma halleri yaşanmış ve Fatih bir ara umutsuzluğun kıyısına kadar gelmiş ve fethin tayin vaktini istemiştir. Umutların tükendiği bir sırada Allah’ın medeti yetişmiş ve Akşemseddin niyaz ve murakabe halinde iken İstanbul’un surları açılmıştır. O asabi haller ancak Akşemseddin sayesinde aşılabilmiştir. Bundan dolayı hakkında fethin manevi mimarı denmesi hakikatin teslimidir. Dünyada da fazla muammer olmak istememiş ve yaşama şevkini sadece evlad-ı iyalinin mihnetine bağlamıştır. Onları bikes ve sahipsiz bırakmamak için bu fani dünya ile ilişiğini kesmemiş, barışıklığını bir süre daha devam ettirmiştir. Ölümü tam da Gazali’ninki gibi olmuş ve sahv ve bilinç halinde bedenini Allah’a teslim etmiş ve ruhu kuş gibi ötelere kanatlanmıştır.


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi