Terminatörler işbaşında... Generalleri vur, yazarları sustur!
Herhalde seyretmişsinizdir... Şimdilerde “vali” olan Arnold Schwarzenegger’in “başrol” oynadığı bir “film” serisi vardı... Onu, kâh “Terminatör” olarak izledik, kâh “Yok Edici” olarak... “Yarı robot” Arnold, kendisine “düşman” olarak belletilen kişilerle savaşıyor ve onları tek tek “yok” ediyordu... Bir “bilim kurgu” filmi olarak ilgiyle izlediğimiz bu filmler, artık “demode” oldu... Evet, “demode” oldu, çünkü günümüz dünyasında, hele hele günümüz Türkiye’sinde, o serüvenlerin “film”ini değil, “gerçek”lerini izliyoruz... Kimi “Terminatör” olmuş, kimi “Yok Edici”, habire yok ediyorlar insanları!.. “Öne çıkan insanlar”ın bir kısmı “düşman” ilân edilip sürekli “susturuluyor”lar!.. Kiminin “kelâm”ı susturuluyor, kiminin de “kalem”i!.. Çünkü onlar “düşman”(!), çünkü onların “yok edilmeleri” gerek!.. Çünkü onlar “ölüm”lere de karşı, “zulüm”lere de!.. O halde, “susturulmaları” gerek!.. Birer birer susturuluyorlar... Kimi “faili meçhul”lerle, kimi “taciz”lerle, kimi de “haciz”lerle!..
Uzun lâfın kısası;
“Terminatör”ler de işbaşında,
“Yok Edici”ler de!..
Peki “düşman” kim?..
Onlara göre, herkes!..
Hele de “çözüm” isteyenler!..
ORG. BİTLİS’İN KADROSUNA SUİKAST
Biliyorsunuz... Dönemin Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis; hâlâ tartışılan “şüpheli bir uçak kazası”nda ölmüştü... Bu olayın; bir “kaza” değil, “sabotaj” olduğu hâlâ konuşuluyor...
“Teknik bulgu”lar da, bu iddiaları doğruluyor.
Efendim; “Üçüncü Ergenekon İddianamesi”ne giren ve eski MİT çalışanı Emekli Albay Hüseyin Vural’da ele geçirilen bir belgede, “uçak kazası”(!)na ışık tutacak bilgiler yer alıyormuş!..
3. İddianame’de “Ergenekon Silahlı Terör Örgütü yapılanmasında fikrî ve ideolojik olarak örgüt üyelerinin eğitimiyle görevli kişi” olarak gösterilen Emekli Albay Vural’da ele geçirilen bir belgede, şöyle bir ifade yer alıyormuş;
“Eşref Bitlis’in kadrosu suikastlarla öldürülecek!”
Dahası da var:
Hüseyin Vural’ın teknik takibe takılan konuşmalarında, 7 Nisan 1991’de evinde öldürülen emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün “Ergenekon”u bildiği ve bunu konuşmaya çalıştığı için öldürüldüğü anlatılıyormuş!..
Enteresandır;
“Belge”lerdeki ifadeler, “olay”larla örtüşüyor...
Çünkü efendim; “Eşref Bitlis’e yakın subaylar”ın çoğu, gerçekten de “suikastlar”la öldürüldüler.
Eşref Bitlis’e yakın subaylardan Albay Kazım Çillioğlu’nun büyük oğlu Tayfun Çillioğlu, bir süre önce Star’a yaptığı açıklamada, bu durumu şöyle anlatıyordu: “Bizim komutanımız Eşref Paşaydı... Babamın ajandasında bir fotoğraf bulduk. Bitlis’in yanı sıra aralarında generallerin de yer aldığı 10 kişiden 7’si bugün hayatta yok. Hepsi bir şekilde ölmüş. Bazı şeylerin sonuçlanmasını bekliyorum, sonra babamın arşivini, günlüklerini, fotoğraflarını ilgililere vereceğim.”
Albay Kazım Çillioğlu, Eşref Bitlis’in düşen uçağına binecek ekipten son anda çıkarılmış ve iki gün önce hazırlık yapması için Diyarbakır’a gönderilmişti. Albay Çillioğlu, uçak kazasından bir yıl sonra Tunceli Jandarma Alay Komutanı olarak görev yaparken lojmanında ölü bulunmuştu. Çillioğlu’nun ölümü kayıtlara ‘intihar etti’ diye geçmiş; ancak intihar silahının ve mermi çekirdeğinin balistik incelemesinin yapılmadığı, ailesine teslim edilen silahının şarjöründeki mermilerin tam olduğu ortaya çıkmıştı.
Tayfun Çillioğlu’nun “10 kişilik fotoğraftakilerden 7’si bir şekilde öldü ya da öldürüldü” dediği isimlerin kimler olduğuyla ilgili çeşitli iddialar gündeme gelmişti. Fotoğraftakilerin Orgeneral Eşref Bitlis, Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Adana Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz, Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özen, Tunceli Jandarma Alay Komutanı Albay Kazım Çillioğlu, emekli Korgeneral Hulusi Sayın, Jandarma Binbaşı (JİTEM kurucusu) Cem Ersever olduğu da öne sürülmüştü.
Ve hepsi de, bir şekilde “yok” edilmişlerdi!..
Evet, susturulmuşlardı!..
Çünkü onlar, “Kürt sorununa çözüm” bulmak için çalışıyordu... Çünkü onlar, “eroin trafiği”nin yollarını tesbit etmişti, “yolu kesmek” için gayret ediyordu!..
Onlar, bu işin “ölüm”lerle ve “zulüm”lerle çözülemeyeceğini görmüşler, bunun için de “askeri, siyasi ve ekonomik öneriler”in yer aldığı “paket” hazırlamışlardı!.. O paket, “Bitlis’in çantasında” idi!..
Hâlâ söylenir... Org. Eşref Bitlis, eğer “uçağı düşürülmese”ydi, o uçakla Diyarbakır’a gidecek ve “çanta”sında bulunan “proje”leri açıklayacaktı!..
Ne var ki, susturuldu!..
Sadece Org. Eşref Bitlis değil, “kadrosu” da susturuldu!.. Aynen, Emekli Albay Hüseyin Vural’da bulunan “belge”deki gibi, “suikast”larla susturuldular!..
“Terminatör”ler, onları da “yok” etti!..
Çünkü onlar “düşman”(!)dı!..
DÜN, DİLİPAK’IN EVİ SATILDI!
En başta dedim ya; kim ki “ölüm”lere ve “zulüm”lere karşıdır, kim ki “çözüm” istemektedir, bir şekilde “susturuluyor” işte!..
Abdurrahman Dilipak da onlardan birisi!..
Düşünebiliyor musunuz;
“Demokratik açılım” turlarına devam eden İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, daha önceki gün görüştüğü “yazarlar” arasında bulunan Dilipak’ın evi, dün “haraç-mezat” satıldı, iyi mi?!?..
Hem de “savunma bile yapamadığı” bir dâvâdan “ceza” yiyerek!.. Üstelik, “Yargıtay’ın kendisine ters düşen bir kararı”yla!..
Evet, Yargıtay; “Güven Erkaya’nın yakınları” tarafından açılan dâvâda sözkonusu “tazminat cezası”nı onaylayarak, kendisiyle “iki defa ters” düşmüştür!..
Dün de yazdığımız gibi;
Yargıtay 1977 ve 1983’te verdiği kararlarda; “takdir edilecek tazminat miktarı”nın; “dâvâcı tarafın zenginleşmesine” ve “dâvâlı tarafın da mahvına sebep olmayacak bir miktarda” olmasına hükmetmiştir!..
Oysa, “Yargıtay’ın onayladığı” dâvâ sonucu Dilipak, dün “evinden olmuştur!”
Bir “fikir” yazısı, bir “eleştiri” yazısı yüzünden, Dilipak’ın evi “icra” yoluyla satışa çıkarılmış ve dün “180 Bin Lira”ya satılmıştır!.. Güven Erkaya’nın yakınları, bu paranın “167 Bin Lira”sını alacaklar ve bundan sonraki hayatlarını “zengin” olarak sürdürecekler!.. Herhalde, “sağolasın, varolasın Yargıtay” demeyi de ihmal etmezler!..
Öyle ya; bu denli yüksek, bu denli astronomik bir ceza, “Türkiye’de hiçbir yazar”a verilmedi!.. Bırakın yazarı; “çok ağır hakaret”lerde bulunmuş olmalarına rağmen, hiçbir “politikacı”ya da verilmedi!..
BAŞBAKAN’A GELİNCE, “KATLANACAKSIN!”
Buna rağmen, göreceksiniz “kartel cenahı”ndan yine çıt çıkmayacak!.. Ne “sansür” diyecekler, ne “basın özgürlüğüne darbe!”
Kendi nasırlarına basıldığında ortalığı velveleye veren, Türkiye’yi ayağa kaldıranlar, “dut yemiş bülbül”e dönecekler!..
Oysa, daha önce koparttıkları “yaygara”larla, Yargıtay’a “mahalle baskısı” uygulamışlar ve “kendi adamları lehinde” karar çıkmasını sağlamışlardı...
Hatırlarsınız... CHP Grup Başkanvekili Haluk Koç, 5 Mart 2004’te Meclis’te düzenlediği basın toplantısında, “Başbakan” için aynen şu ifadeleri kullanmıştı:
“Sayın Başbakanım, sen kimin Başbakanısın? Meşru olmak için, millet için, utanç olan bir emperyalist aferini almak için kalıptan kalıba giriyorsun, kimlikten kimliğe giriyorsun. Bazen demokrat oluyorsun, bazen dayatıcı. Bazen din bezirgânı, bazen sahte laik. Kimsin Allah aşkına sen, kimlerin maşasısın sen, seni ipinde oynatanlar kimler?”
Bırakın “Başbakan” olmayı, bu “ağır hakaret” ve “itham”lar; “sıradan bir vatandaş”a söylense; söyleyen adam, anında kodese tıkılır!..
Ama, söyleyen “CHP’li” olunca!..
İşte, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin kararı:
“Kişinin üstlendiği görev ne kadar önemliyse, hakkındaki eleştiriler de o kadar sert olur!”
Daha sayayım mı?..
Radikal gazetesi yazarı Yıldırım Türker’in; Tayyip Bey için kullandığı “çiğlik” ve “gözü dönmüş nefret” ifadeleri!.. Yeniçağ gazetesinin, “pervasız kabadayılık” ifadeleri!.. Atılım gazetesinin, Tarım eski Bakanı Sami Güçlü’ye yönelik; “Sen, alınır-satılır bir zavallısın!.. Üstelik, ederin de 310 bin lira” ifadeleri!..
Dönemin Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaattin Dinçer’in, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e yönelik, “Takiyye yapıyor, halka yalan söylüyorsun!” şeklindeki ifadeleri!..
Evet, bunlar da “hakaret” sayılmadı!..
Kimi “basın özgürlüğü” kapsamında, kimi de “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirildi...
Ve hep “aynı gerekçe”yle:
“Başbakan’sın, katlanacaksın!”
“Bakan’sın, katlanacaksın!”
Ama Abdurrahman Dilipak’a gelince!..
“Eleştirilen” kişi de “BÇG mimarı Güven Erkaya” olunca, vur abalıya!..
Huuu, duydunuz mu;
Dün, Dilipak’ın evi satıldı!..
“30-35 yılık birikimi”yle, “emeği” ve “alın teri”yle sahip olduğu ev, “savunmasını bile yapamadığı bir yazı”dan dolayı, elinden alındı!..
Hem de, “demokratik açılım” toplantısına katıldığı, “Kürt sorununa çözüm önerileri” sunduğu bir günün ertesinde!..
Bu işlere sizler ne dersiniz bilmem ama, benim diyeceğim şu;
“Terminatör”ler işbaşında!.
“Yok” ediyorlar!..
Generalleri vuruyorlar,
Yazarları susturuyorlar!..
Bu bir “film” değil, “gerçeğin ta kendisi!”
Cunda Adası mı, Cunta Adası mı?
Vatan’dan Mehmet Tezkan yazmasaydı, nereden öğrenecektik?.. Yazdı da “Pako” adlı köpeğin babası Bekir Coşkun’un iki köpek tarafından kolundan ve bacağından ısırıldığını ve “kudurmasın” diye de “tetanos iğnesi” yapıldığını öğrenmiş olduk!..
Efendim, Mehmet Tezkan’ın yazdığı olay, Bekir’in “tatil” için gittiği “Cunda Adası”nda yaşanmış...
Herhalde bilirsiniz; Cunda Adası’nın diğer ismi de “Ali Bey Adası”dır!.. Ali Bey de, “İstiklâl Mahkemeleri’nin 3 Ali’si”nden biri olan Ali Çetinkaya’dır!.. Malûm, “3 Ali”ler; “sanıkların idamına, şahitlerin bilâhare dinlenmesine” şeklinde karar vermeleriyle ünlüdürler!..
İşte bu “Cunda Adası”nda, sadece Bekir Coşkun yokmuş tabiî... Emin Çölaşan’la eşi Tansel Çölaşan ve “367 Sabih” olarak da bilinen Yargıtay Eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu da oradalarmış!..
Kendi aralarında “espri”ler, “şen şakrak muhabbet”ler yapmışlar!.. Hiç “cunta”dan veya “darbe”den söz ettiler mi bilmem ama Ada’da “Mahşer’in Dört Atlısı”nı bir arada görenler; herhalde “Eyvah” demişlerdir; “Ergenekon avukatlarını Cunda’da görenler, bundan böyle buraya Cunta Adası derlerse, ne yaparız biz?”
Niye demesinler?.. “Ali Bey’in çağdaş versiyonları” tarafından tercih edilen bir adaya “Cunta Adası” demek, pek de aykırı kaçmaz!..