Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

Menzilden menzile; Erenler’den Erenler’e

Menzilden menzile; Erenler’den Erenler’e

Depremin sene-i devriyesinden iki gün evvel 15 Ağustos (2009) günü bir kafilede dört kafadar olarak yola revan olduk. İstikamet Akşemseddin ve son durak Erenler. Çıkış noktamız ise Adapazarı Erenler semti. Son güzergahımız ise Deveyen önlerindeki diğer Erenler. Yolculuğumuz tam 16 saat sürüyor. Mevlit nazımının veya bir başka anonim şairin söylediği gibi bu yolculukta nice acepler gördük. Yani Allah vergisi inanılamaz güzellikler. Cumartesi günü sabah erkenden hep birlikte Erenler’den yola koyulduk. Rotamız ve istikametimiz Ali Fuat Paşa’ya uğrayarak oradan Geyve-Taraklı istikametinde yol almak ve ardından şerefu’l mekanı bilmekin/mekanın şerefi orada ikamet edenle, oturanla kaimdir sırrının tezahür ettiği Akşemseddin ile birlikte yücelen Göynük’e vasıl olmaktı. Ardından ver elini Mudurnu. Cumartesi Mudurnu’da pazar kurulur. Mudurnu benim oldum olası göz ağrımdır. Çocuklukta pazar için büyüklerimiz cuma günleri Taşkesti’ye, cumartesi günleri de Mudurnu’ya giderlerdi. Benim için yeşilliklerle dolu çevreyi temaşa ede ede Mudurnu pazarına gitmek doyumu olmayan bir zevkti. Ve çocukluğumdan kalan bir hatıra da, bazı mevsimlerde bu kazamızda panayırların kurulmasıydı. Panayırlarda enva-i çeşit yiyecek, giyecek, şekerleme satılır ve çocuklar için atlı karıncalar kurulurdu. Panayırdan eve akşamüzeri tatlı bir yorgunlukla dönerdik. Şimdi bu geleneğin yerinde yeller esiyor. Nedeni ulaşımın kolaylaşması ve insanların başka şehirlere de rahatlıkla gidebilmesi olmalı. Yine çocukluğumun güzelliklerinden biri olan ve Abant çevresindeki bütün köylerin iştirak ettiği Abant bayramı da tarihe karışan gelenekler arasında. Temmuz ayındaki bu bayrama birkaç defa katıldığımı hatırlıyorum. O gün herkes ulaşım vasıtası olan üstü açık kamyonlara biner ve açık havada orman içinde ve dallar arasında seyahat ederdi.

Yola çıktık ve Geyve ovası istikametinde seyrediyoruz. Düz bir ova. Zaman zaman yükseliyoruz ve sonunda Sakarya kıyılarında olan Ali Fuat Paşa’ya ulaştık ve burada önce sabah serinliğinde mercimek çorbasıyla midemizi ısıttık. Lokantacı beni tanımış ve övünmek gibi olmasın bizim biradere “Derya gibi adam” demiş. Adamın iltifatından hem memnun hem de mahcup oluyoruz. Sonra şehre hakim olan meydan kahvehanesine oturuyor ve çaylarımızı yudumluyoruz. Böyle bir cesamette ve devasa kahveye çoktandır rastlamış değilim. Kahvenin karşısında bir cami görünüyor ve Ali Fuat Cebesoy burada medfun imiş. Biraz sonra camiyi ve haziresinde yatan Ali Fuad Paşa’yı ziyaret ettik. Fatihalardan sonra Sakarya kıyısına yaslanmış bir kahveye daha gittik. Mola verip çay içmedik ama kıyısından Sakarya’nın şırıltısını ve akışını seyre dalıp gittik. Bir daha gelirsek çayları burada içmek üzere sözleşerek oradan ayrılıyoruz. Şimdi Taraklı istikametinde seyrediyoruz. Taraklı’ya ilk defa gideceğim. Doğrusu adını sanını duyuyor ama tam olarak nerede olduğunu bilmiyordum. Geçenlerde Fahri Tuna yedi yüz yıllık bir pilav geleneği olduğunu yazdı. Demek ki orada Taraklı, Göynük ve Mudurnu bu ortak geleneğin parçaları. Mudurnu’nun kendisine has Ahilikten kalma geleneklerinden birisi sela ile Cuma namazı arasında esnafın duaya çıkmasıdır. Bu hâlâ sürüyor ve Mudurnu’ya vasıl olduğumuzda kafileden Fikret Çelikateş yer tayininde bulunuyor.

Taraklı’ya girdiğimizde böyle bir şirin mekanla karşılaşacağımı ummuyordum. Asude bir şehir. Sükuneti güzelliğine sinmiş. Evleri ve kahveleri adeta insanı kendisine davet ediyor. Tam çocukluğumdan zihnime nakşolmuş kareleri burada yeniden keşfe dalıyorum. Şehrin ortasına varıp arabayı meydan kahvehanesinin önüne park ediyoruz. Hemen karşıdaki Taraklı evlerini ve imalatını barındıran bir müzeye dahil oluyoruz. Müze bizi çarpıyor. Ahşap yapımı evin rahatlığını ve güzelliğini görünce beton evlerin bize verdiği eziyeti ve sıkıntıyı hatırlıyoruz. Bir müddet buranın havasına kendimizi kaptırıyor ve eğleniyoruz. Derken meydan kahvesinde çaylarımızı yudumluyoruz. Ardından ‘yolcu yolunda gerek’ diyerekten yeniden yola revan oluyoruz. Ver elini Göynük. Ne kadar gittiğimizi hatırlamıyorum ama Taraklı’nın tadı damağımda seyahat ediyoruz. Uzaktan şehrin tepelerine kurulmuş devasa antenler şehre geldiğimizin habercisi oluyor. Uzaktan bakınca Mudurnu’nun minyatürü zannediyorum. Şehir dere kenarına kurulmuş. Biraz sonra kendimizi Akşemseddin Türbesinin önünde buluyoruz. Dualarımızı ettikten sonra yine yakındaki bir çarşıya ve çay bahçesine uğruyoruz ve meydandan akan çayın serinliği eşliğinde sıcak çaylarımızı yudumluyoruz. Sanki o kare bizimle birlikte ebedileşiyor. Abant kıyılarında piknik yapmak için birtakım nevaleler alıyoruz. Lakin arkadaşların dikkat çektiği gibi Mudurnu ve Göynük’lülerin bir bed huyları var; alkol tüketimi. İzlerini gördükçe ‘keşke olmasa’ diye iç geçiriyoruz. Sonrasında ver elini Mudurnu istikameti. Ve bize Sünnet Gölü’ne uğramamız tavsiye ediliyor.
Mudurnu’ya doğru seyrederken Sünnet Gölü sapağından ayrılıyor ve içeriye doğru süzülüyoruz. Yolu şaşıra şaşıra sonunda menzili maksuda vasıl oluyoruz. Abant’tan farkı bakir olması ve çevresinin darlığı ve onu çevreleyen kimi dar ve yüksek tepeler. Ağaç bol, yeşillik az. Orada, kahvaltıdan sonra ilk defa güzel bir çay eşliğinde hanımın hazırladığı Erzurum ketelerini midemize dolduruyoruz. Planımızı eksiksiz ikmal için fazla vakit kaybetmeden randevuyu kaçırmamak üzere kalkıyor ve Mudurnu’ya doğru revan oluyoruz. Öğle namazını Mudurnu’da Yıldırım Beyazıt Camii’nde eda ediyor ve pazardan karpuz ve bazı ızgaralık etler alıyoruz. Lakin Mudurnu pazarının fiyatları el yakıyor. Orada her yabancı karede Mudurnu’nun ayrılmaz figürü olarak boy gösteren misci dededen de bir mis alıyoruz, lakin hem tuzlu hem de adi olmalı ve sonrasında aksilik mis şişesini cebimde parçalanmış buluyorum. Ardından 17 km ötede Abant var. Lakin unutmadan söyleyeyim, belki de dünyanın en güzel yerlerinden birisi Mudurnu-Göynük arası arazi. Kartallar gibi yüksele yüksele Abant’a varıyoruz. Burada telefonlarımız da çekmiyor. Tepeleri aştıkça geçtiğimiz ovaları ve vadileri seyre dalıyoruz. Tepeden Abant göründüğünde yerin harikalığı karşısında kayınbirader Mucip bir çığlık koy veriyor. Ve sonra kendimize münasip bir piknik yeri buluyoruz. Otellerin fazlalığı içimizi burkuyor. Piknikten sonra son menzilimiz olan Erenler’e vasıl olmak üzere yola çıkıyoruz. Lakin akşam karanlığı çöküyor ve ayı, kurt muhabbeti yapa yapa İğneciler’e kadar geliyoruz. Akşamı burada kılıyoruz. Buradan da yine Erenler’e varmak için dağa tırmanıyoruz. Çıktığımızda bir şey göremiyoruz. Meşeler ve çamlar arasında hatırladığım mekanı benzetemiyorum. Birileri gelmiş, tavuk gübrelerini o mekana boca etmiş. Akşam karanlığında başka şey fark edilmiyor. Fikret’le biraz içeriye girdik ama gece loşluğunda bir yer görmek mümkün değil. Piknik yeri de olan Erenler’in izleri neredeyse silinmiş. Yöre halkı burasını kutsar ve burada bereket duaları yapılır. Ama yatırı yoktur. Bu tarz yerler Annemarie Schimmel’in ifadesiyle Tanrı’nın yeryüzündeki işaretleridir. Yine dönüş yolundayız ve bu defa Erenler’den Erenler’e dönüyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi