Bahçeli’nin elleri de kırılsın mı?
Tillolu Oktay Vural, 15 Ekim 2007 tarihli David Philips imzalı raporu, “ABD menşei” iddiası için kanıt olarak sunmuş. Cevabı aranan soru şu: Demokratik açılım, ABD Projesi mi?
Şu tespitten başlayabiliriz; Kürt meselesi bir yönüyle iç sorunumuzdur, sonuçları itibariyle bölgesel niteliklidir. Kabul etmek gerekir, komşu ülkeler, ABD ve AB’nin sürece ilgisi doğaldır. Demokratik açılımın başarı yüzdesi, iç dinamiklerin iyi yönetilmesi kadar uluslar arası işbirliğiyle doğru orantılıdır.
Bu arada rol çalmak isteyenler çıkabilir, bölgesel menfaatlerine uygun planlar hazırlayabilir. Önemli olan, sizin planınız var mı, içeriği nedir, kabul ettirebiliyor musunuz, ona bakmak gerekir.
Defalarca yazdım, 2011 sonuna kadar bölgeden çekilmeyi planlayan ABD, her zamankinden daha fazla Türkiye’ye muhtaç durumdadır. Yıllarca PKK’nın hamisi olan ABD’nin bugün “tasfiye” noktasına gelmesi, tesadüfi değildir. Türkiye’nin artan stratejik önemi ve güçlenen bölgesel konumu, yabana atılamaz.
2007 tarihli rapor, illa kanıt olacaksa, ABD’nin “PKK’nın tasfiyesi” projesini gündeme alma mecburiyetine kanıt olur. Çünkü, bu proje, yıllardır Türkiye’nin gündeminde.
Dün Aslı Aydıntaşbaş, Akşam’daki köşesinde yazdı. “PKK’yı dağdan indirme” başlıklı ve 30 Temmuz 2006 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayınlanan yazısını hatırlattı, dedi ki: “Bu proje, o dönem devletin güvenlik bürokrasisi tarafından geliştirilmişti.”
Plan 8 maddelikti, proje hazırlığı 2005’de başlamıştı. Yani, Vural’ın açıkladığı tarihten 2 yıl önce...
Gül 2002’de başladı
Şimdi, bir adım daha ileri gideceğim. Kayıt dışı sohbet olduğu için yazmadığım bir anekdotu, Cumhurbaşkanı Gül’ün affına sığınarak anlatacağım.
Nisan sonunda Prag’a giderken uçakta sohbet imkanımız oldu. Gül’ün daha öncesinde Tahran yolculuğunda “Güzel şeyler olacak” sözleriyle gönderme yaptığı Kürt açılımını konuştuk. O sabah, Diyarbakır’dan şehit cenazeleri geldiği için çok üzgündü, resmi açıklama yapmak istemedi.
Derin nefes aldı, 2002 yılı Kasım ayında başbakanlık koltuğuna oturduğu ilk günlerde bu meseleye eğildiğini hatırlatıp şöyle dedi: “O zaman çok önemli bir proje hazırladık. Kısa süre sonra görevi sayın başbakana (Erdoğan) bıraktım. Sonra başka gelişmeler oldu, yarım kaldı. O günlerde bu meseleyi çözebilseydik, bugün Türkiye bambaşka yerde olurdu.”
Haklıdır.
Şimdi daha iyi anlıyoruz ki, bugünkü devlet mutabakatı, o gün yoktu. 1 Mart Tezkeresi ve Annan Planı ile başlayan, Sarıkız, Ayışı, Yakamoz ve Eldiven darbe senaryolarıyla devam eden süreçte, Türkiye, bu meseleye odaklanamadı.
Çözüm projesinin yeniden masaya yatırıldığı 2005 yılında Şemdinli olayları patladı, sadece o yıl Hakkari ve ilçelerinde 22 olay meydana geldi, 13 asker şehit oldu, 31 asker, 7 polis ve 32 vatandaş yaralandı.
2006’da Danıştay cinayeti ve Ergenekon...
Türkiye ne zaman bu ayak bağından kurtulmaya çalışsa, bir derin el, süreci provoke etmeye çalıştı. Siyasetteki varlığını terörün puslu havasına borçlu olanlar, kan üzerinden devleti dizayn etmeye
çalışanlar ve kışla dışı egemenliklerini sürdürme niyetindekiler, çözüme hiç yanaşmadılar.
Ergenekon operasyonuyla birlikte provokatif unsurların eylem kabiliyeti büyük ölçüde sınırlanınca, demokratik açılıma fırsat doğdu.
ABD’nin şartına sadakat
Bu kez sahaya Devlet Bahçeli çıktı. Demokratik açılım için “ihanet” düşüncesinde, ABD’nin Türkiye’ye dayattığı iddiasında, dağa çıkmaya bile niyetli. Madem dağa çıkmayı göze alacak kadar cesur ve ABD’ye tepkili, gelin hikayeyi başa alalım.
Abdullah Öcalan, uzun yolculuğun ardından 16 Şubat 1999 günü Türkiye’ye teslim edildi. Paketin sahibi ABD idi. Türkiye’ye tek şart koştu: “İdam etmeyeceksiniz.”
18 Nisan milletvekili seçimine sayılı günler kalan bu paket servisi, bir yönüyle seçime müdahaleydi. Azınlık hükümetinin başbakanı Ecevit ve Apo’yu idam edeceğini söyleyen Bahçeli’nin oyları patladı.
İki lider, seçimden sonra yanlarına Mesut Yılmaz’ı alarak koalisyon kurdu. İlk önemli icraatlarından biri, ABD’nin şartıydı. 12 Ocak 2000 tarihinde imzaladıkları mutabakat metninde, idam cezasının uygulanmayacağını karara bağladılar.
O ana kadar İmralı’da korkulu rüyalar gören Abdullah Öcalan, derin bir “oh” çekti. Kandil gecesi Bahçeli’ye dualar etmiş midir, Zeki Müren’den “Aldığım her nefesin birisi senin...” şarkısını dinlemiş midir, bilmem.
Ama Bahçeli, Apo’ya karşı idam sözüne hem sadık kaldı. 25 Haziran 2002 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde çıkan şu demecini okuyalım: “Biz ölüm cezalarının uygulanmayacağı yolunda bir moratoryum ilan ettik. Buna sadığız.”
Hürriyet soruyor: “Peki bazı milletvekilleri seçim ortamının da etkisiyle ‘getirin şu dosyayı Meclis’te oylayalım’ derse ne olacak?” Bahçeli’nin cevabı: “Elbette imzamıza sadık kalacağız.”
Sadakat, idam cezasının kaldırılmasını öngören Anayasa değişikliğinde de devam etti. 31 Temmuz 2002 günü toplanan Adalet Komisyonu’nda AK Parti, idam cezasının kaldırılması için önerge verdi. Önerge 7’ye karşı 10 oyla reddedildi. MHP’li 5 üye çekimser kaldı. MHP’liler çekimser kalmasaydı, önerge 12 oyla kabul edilecek, idam cezasının kaldırılması mümkün olmayacaktı.
İki gün sonra Anayasa değişikliği paketi TBMM Genel Kurulu’nda oylandı. 162 ret oyuna karşılık 262 kabul oyu çıktı. Komisyonda teklifi çıkarttırma imkanı varken çekimser kalan MHP’liler, sonucu değiştiremeyecekleri Genel Kurul’daki oylamada ret oyu verdiler.
Şimdi çıkmış, MHP Kastamonu Milletvekili Mehmet Serdaroğlu, hançeresi yırtılırcasına bağırıyor: “Vallahi, billahi, şart olsun ki asacaktık. Bizim sayımız yetmedi, idamın kaldırılmasına oy verenlerin elleri kırılsın.”
İdam sehpasını pantolon askısı sanan bu vekile sormak lazım, çekimser kalan MHP’li milletvekillerinin ve onlara talimat veren Bahçeli’nin elleri de kırılsın mı?
Onu da geçtik. Velev ki, siz haklısınız. Şimdi dağa çıkacak kadar kükrerken, o gün Apo’nun idamını, neden hükümeti bozma gerekçesi dahi yapmadınız? Üç gün sonra MHP’siz hükümet formülü gündeme gelince, neden erken seçim resti çektiniz?
Yazıktır, günahtır, bu milleti kandırmaktan vazgeçin artık.