26 Ağustoslar...
26 Ağustos, büyük zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz’un başlangıcının yıldönümü; üzerinden seksen yedi yıl geçti. Bu 87 yıllık dönemde milletin ortak hafızasının, kimliğinin inşasında 26 Ağustos’a, 30 Ağustos’a büyük önem atfedildi. Kutlamalar için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmadı. Geçmiş yıllarda, bu zaferlerin yıldönümünde gazetelerde bir hayli yazı yayınlanırdı. Hatta savaşın krokilerini de ihtiva eden, ayrıntıları ile ilgili bilgi veren makaleler de çıkardı. Şimdi ise, muhtemelen, törenlerle ilgili dedikodulardan başka bir şey yazılıp çizilmiyor.
Son yılların en belli başlı Zafer Bayramı dedikoduları ise, askeriyenin resm-i kabulü ve balosu ile ilgilidir. Bilindiği üzere, bu kabullere başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devlet erkânı eşsiz davet edilmektedir. Bunun sebebi malûmdur. Seçilmiş devlet erkânına eşlerinin giyimi bahane edilerek tavır konulması birinci yanlıştır. Demokrasiyle idare edilen bir ülkede, seçilmişleri veya görüşlerini beğenmemek, onlara karşı tavır geliştirmek hiç bir kurumun hakkı değildir. İkincisi, eğer yine de bir tepki ifade edilmek isteniyorsa, asgari nezaketin korunması şarttır. Madem ki, Cumhurbaşkanının, Başbakanın eşleri davet edilmeyecek, bu davetler tamamıyla eşsiz olmalıdır. Veyahutta, bu resm-i kabulleri sadece askeri erkân kendi arasında yapmalıdır.
Köklü bir devletin köklü kurumları her zaman ölçüyü korumalı, nezaketi hatta zerafeti elden bırakmamalıdır…
Gelelim tarihe… 26 Ağustos, bir yıl önce (1921) Yunan ordusunun ileri harekatı Sakarya’da büyük bir azimle püskürtüldükten sonra, beklenen karşı harekattır. Çünkü Yunanlıların Anadolu içlerine kadar sarkamayacağı, iddia edildiği gibi Millî Mücadele’nin karargâhı Ankara’yı ele geçiremeyeceği herkesçe anlaşılmıştır. Bu sebeple Yunan kuvvetleri Afyon ve batısında bir sınır çizmeye çalışmış ve öylece mevzilenmiştir. İşte ordumuzun bu mevzileri ele geçirerek düşmanı geldiği yere iade etmesi bir zaman meselesidir.
Bir yıla yaklaşan süre, bu maksatla değerlendirilmiş, birlikler bilhassa geceleri düşmana sezdirilmeden bölgeye kaydırılmış, nihai bir taaruz için gereken hazırlık yapılmıştır.
Yunan kuvvetlerinin, askeri erkânının bu kadar hazırlığı fark edemeyip kendini emniyette hissetmesi, hatta Büyük Taarruz’dan bir gece önce Afyonkarahisar’da şatafatalı zafer balosu düzenlemesi hamakatlarının delillerindendir…
Ordumuz 26 Ağustos’ta taaruza geçmiş, 30 Ağustos’ta Başkomutan meydan muharebesi ile, düşmanın güçlerinin yarıdan fazlası imha edilerek sonuca varılmıştır. 31 Ağustos-18 Eylül arasında da Anadolu düşman askerlerinden temizlenmiştir.
Elbette, Anadolu’daki Türk-Yunan harbi, 20. Yüzyılın en önemli hadiselerinden biridir ve büyük bir başarı ile sonuçlandırılmıştır. Hadiseler yakınken bu konularla ilgili görüş ve düşünceler, hamasetin tesirinde kalmaktadır. Fakat, aradan zaman geçince durup düşünmek ve ülkenin kimliğini sırf bu yakın dönem olayları üzerine bina etmenin yeterli olmadığını anlamak lâzımdır.
Bazı zamanlarda büyük önem atfedilen konular, zamanla bu önemini yitirebiliyor. 1908’de Meşrutiyet’in ilanı önemli bir hadisedir. Bir hadisenin önemi, diğer tarihî hadiselerle kıyaslanarak tam anlaşılabilir. Bildiğimiz kadarıyla, Meşrutiyet’in ilan yıldönümü, 1930’lara kadar kutlanmıştır. 1960’larda toprak reformu Türkiye’nin önemli meselelerinden sayılmıştır. Konu neredeyse 20 yıl aktüalitesini korumuştur. Şimdi böyle bir reformdan bahseden yoktur. Hatta tarım arazilerinin parçalanmamasını sağlamak için çareler düşünülmektedir.
26 Ağustos, başka tarih yapan bir hadisenin de yıldönümüdür; Malazgirt Meydan Muharebesi’nin. 938 yıl önce Bizans’a karşı kazanılan bu zafer, bizim için tam bir tarih başlangıcıdır. Bu topraklar üzerindeki varlığımızın temel taşıdır. Umulur ki, 26 Ağustos’ta, zaman itibarıyle yakın önemli zafer hatırlanırken, uzak çok önemli zafer unutulmasın. Milletin kimliğini seksen küsur yılla sınırlamak, bu yakın tarihten abartılı sonuçlar çıkarmak gerçek bir tarih şuuru noksanlığıdır.
Her iki 26 Ağustos arasında yaşanan ve bu topraklarda bir millet ortaya çıkaran tarihin önemli olaylarını, Haçlı saldırılarını bu coğrafyada durduran Anadolu Selçuklu Devleti’ni, Bizans ucunda Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu, Rumeli’nin fethini, İstanbul’un Fethi’ni, Otlukbeli ve Çaldıran zaferlerini, Çanakkale muharebelerini… Bir kalemde sayılamayacak tarihi olayları bir bütün olarak değerlendirip, yakın yüzyılın dar açısından değil bin yılın geniş perspektifinden bakmak gerekir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.