İki kadın ve anlattıkları
Bugün yazıma bir arkadaşımın yazısından alıntıyla başlıyorum: “Ürkek bakışları, mütemadiyen tebessüm halinde olan mahcup çehresi ile son derece sevimli bir Kürt kızı Azibe (Hasibe)... Hastane odasına geldiği ilk anda ilgimi çeken bu kara gözlü Kürt kızına kanım kaynayıvermişti. Konuşmayı pek sevmediği halde bir yolunu bulup onu çay içmeye davet ediyorum. Güneydoğu ilimizin küçük bir kasabasında yaşayan on çocuklu bir ailenin en büyüğü Azibe.. Söylediğine göre kardeşlerine bakabilmesi ve ev işlerinde annesine yardım edebilmesi için hiç okula gönderilmemiş. Buna rağmen zekası bakışlarından okunan genç kız etrafındaki her şeyle oldukça ilgili... Hastane odasında bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyor. Kimin bir ihtiyacı olsa sessizce yanında bitiveriyor... Refakatçisi olduğu yengesi ile Kürtçe konuşmaları oda sakinlerini ilk günlerde biraz kendilerine mesafeli kılsa da, kısa sürede çevresindekilerin muhabbetini kazanıyor.. Bir sohbet esnasında, ‘Ay siz ne kadar hoşsunuz. Ne harika insanlarsınız.. İnanın size Kürtlüğü yakıştıramıyorum’ diyor aniden birisi. Kanım donuyor adeta... Başımı kaldırıp büyük bir mahcubiyet içerisinde her ikisine de bakıyorum. Ya anlamadılar. Veya anlamamazlıktan geldiler. Öylesine tepkisizler. Aceleyle müdahale ediyorum. Fakat biliyorum ki ne söylersem söyleyeyim, o talihsiz yargı odanın duvarlarında kara bir leke gibi iz bırakacak...” Böyle diyor Müzeyyen Taşçı hanım, internet sitesindeki köşesinde. Azibe Türkiye’nin bir gerçeği. Muhatap kaldığı önyargı da öyle. Ve istisnai de değil. Bir milletin belli bir grubunun sistematik olarak aşağılara indirgenmesine farklı alanlardaki örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunların bir kısmı sosyal, bazısı kültürel, diğer bir bölümü ekonomik veya siyasi, belki de bunların birkaçı veya tümünü içeren alanlarda yaşandı bu ülkede ve hâlâ da yaşanmakta. Hiçbiri diğerinden daha hafif kalmadı, hepsi ağır birer yük olarak yapıştı insancıkların sırtına. Bunların arasında ben, en çok Azibe örneğinde olduğu gibi sosyal alandaki ayrıştırıcılık konusunda hayıflanıyor, en büyük endişeyi bu alanda yaşıyorum. Zira siyasal anlamda veya ekonomik alanda olumluya doğru değişimi yakalamak çok da zor olmayabilir. Zaten siyasi makinanın çoktan bir parçası haline gelen Kürt varlığını daha da içselleştirir, ağır aksak da olsa temsiliyet sorunuyla girilen çıkmazı bir şekilde sonlandırabilirsiniz. Bölgeye yapılacak yatırımlarla, insanları iş güç sahibi de eder yaşam standardını ülkenin diğer yerlerindekilerle üç aşağı beş yukarı yarışır hale getirebilirsiniz. Tabii bunun için de zaman lazım, ama yine de bir türlü başarıyı yakalayabilirsiniz. Ancak Azibe gerçeğindeki derin yarayı sarmak bu kadar kolay ve dolaysız olmayacaktır. Günlük hayatımızı şekillendiren demir kalıpların kırılması, yerini bir dizi kucaklayıcı çok kültürlük değerine bırakması, bu değerlerin farklı gruplarla özdeşleşmesi, Kürtlerin de bunlar arasında kendilerine en uygun yeri yine kendilerinin tayin etmesi titiz bir çalışma ve özveri gerektirecektir. Önemli olan da bu noktaya gelebilmektir. İçselleştirilmiş, böylece de normalleştirilmiş, ve hatta sinsice teşvik edilmiş etnik ayrımcılığı kusabilmeyi başarmak gerekecektir.
İşte ancak ondan sonra Azibeler, mesela, şaşkınlıkla karşılanmayacak, layık oldukları şekilde baştan alkışlanacaktır. Kürtlük ona yakıştırılacaktır. Belki yine o zaman Azibe kadar gerçek olan Sultan Gidiş de yadırganmayacaktır. Hani Cumhurbaşkanı Gül’ün şehit aileleri için Köşk’te verdiği iftar yemeğinde Gül ve eşiyle Türkçe bilmediği için tercüman vasıtasıyla konuşan Kürt “ve fakat” şehit annesi Gidiş... “Kürt şehit annesi” değil. “Kürt ve şehit annesi” de değil. “Kürt ve fakat şehit annesi,” Gidiş. Aynı zamanda “Kürt ama şehit annesi.” Bir şehit annesine Kürtlüğü yakıştıran kaçımız var henüz veya –tersten okursak- bir Kürt kadınına şehit anneliğini yakıştırabilir miyiz henüz, diye sormak isterim...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.