Açılım susam açılım!
Yaşadığımız bu yıllar, değişim, dönüşüm hatta “inkılâp” yılları... Bu sancının, sertliğin, şiddetin, direncin sebebi o. Etkili güçlerin, oligarşik merkezlerin, siyasî yapıların, sosyal ve ekonomik unsurların değişim dönemlerinde tepki vermemesi mümkün mü? Sarsıntı derinleştikçe gürültünün, direncin artması da beklenmeli.
Türkiye’nin yakın tarihini bilenler, hele de son yarım asrı yaşayanlar yakın zamanda olup bitenleri şöyle bir zihinlerinden geçirdiklerinde nasıl bir sonuca varırlar?
Türkiye’deki değişim zorlamasının 1950’lerden beri tıkandığı bazı süreçlerin son üç-beş yıl içinde aşıldığını veya en azından aşılması için harekete geçildiğini fark etmemek mümkün değildir.
Zorlayıcı dönüşüm gündemi, Türkiye’nin şu veya bu sebeple sürekli ertelediği, erteledikçe de çözümsüzleştirdiği hususlardır. Böyle konularda keskin ve kesin kararlar ancak darbe dönemlerinde alınabilmiştir. Darbecilerin ufukları bu dönüşümlerin çerçevesini belirlemiş ve sonuçta değişimler olumlu yanlarından çok olumsuz etkileriyle yeni düzenlemeleri gerektirmiştir.
İktidarı suya sabuna fazla dokunmadan halkın gözünü boyayacak bazı uygulamalarla sürdürmek mümkündür; örnekleri de görülmüştür. Mevcut iktidarın böyle bir kolay yolu tercih etmediği ortadadır. Bugün diyebiliriz ki, Türkiye’nin asırlık meselelerine cesaretle neşter vurulmaktadır.
Türkiye’nin 1920’lerde “küçük bir ulusal devlet” olarak tasarlandığını, bu dış tasarımın 1919-1922 Türk Yunan Harbi neticelendikten sonra içselleştirildiğini ve bu içselleştirmenin bir zafer, bir devrim olarak sunulduğunu görmemiz/kabul etmemiz gerekiyor.
Anadolu’da Yunanlıları mağlub ettik; bu onları arenaya sürenlerin de kestirdiği bir sonuçtu! Cihan Harbi’nin galipleri karşısında masaya galip olarak oturamadık. “Yakın Şark İşleri Konferansı”nı içeriye “Lozan Zaferi” olarak ilan ederek bir “mağlubiyet ideolojisi” oluşturduk.
Artık Türkiye, Osmanlı mirasından el çektirilmiş, doğu ve batı arasında bir ara alan olarak varlığı kabul edilen bir hükümranlıktı. Batılı büyük güçler, bu Türkiye’nin yapılanması konusunda konjonktüre uygun destek verdi.
Batının safındaki Türkiye, “Batı” olmadı, “batıcı” oldu. Cumhuriyet’in kurucuları zorlayıcı batıcı modernleşme uygulamalarıyla halkla, kitlelerle çatışan bir yol seçti. Bu çatışma, Türkiye’yi görünüşte batılılaştırdı, fakat modernleştiremedi. Türkiye’nin modernleşmesi, batıcı devrimcilerin döneminde değil, hep “irtica” ile birlikte anılan demokratik iktidarların/liderlerin döneminde belli merhaleler katetti. Bu değişim, bazı yapıları değiştirdi, fakat statükonun kurumlarını, hukuk başta olmak üzere değiştirmekte zorlandı.
Şimdi sürdürülen “açılım”lar, hem içeride, hem dışarıda Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonra oluşan imajını değiştiriyor. Bu yeni Türkiye imajının Cumhuriyet öncesine atıfları dikkat çekici boyuttadır. Tarihin boşuna yaşanmadığı, coğrafî kaderin sonunda hükmünü yürüteceği bir daha görülüyor.
Hükümet son zamanlarda, çok eleştirilen bir yönünü değiştirmeye çalışıyor. Bazı köklü dönüşümler için siyasî ve iktisadî kurumlarla birlikte sivil toplumun katkısını arıyor. İktisadî kurumların, sivil kurumların katılım konusunda gerekli desteği verdiği görülüyor; açık veya kapalı siyasî yapılarınsa ciddi bir gelecek endişesine düştükleri hissediliyor.
Dönüşüm, devrim, inkılâp her zaman sancılıdır! Allak bullak edicidir. Güçlü yapıları sarsıcıdır.
“Hak bellediğin yola yalnız gideceksin!”
İktidarın mutabakat arayışlarının geri çevrilmesi karşısında bu düstur bir daha haklılık kazanıyor.
Masalların sihirli sözü “açıl susam açıl!”dı. Bugün dönüşümün sihirli sözü bu düstur olmalı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.