Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

Hacegan yurdunda iftar buluşması

Hacegan yurdunda iftar buluşması

Orucun kerameti olsa gerek; Oğuzların çocuklarıyla atayurdun bekçileri olan Kıpçakların Kazak kolunu buluşturdu. Kazak, Kıpçak boylarından birisinin adı. Kimilerine göre bunun manevi bir anlamı var. Bu manevi anlam Ahmed Yesevi’ye uzanıyor ve Ehl-i Beyt ve onların daha büyük açılımı olan Araplarla Türklerin buluşması ve kaynaşması anlamına geliyor. Hace ve Hacegan da aynı anlamı ifade etmektedir. Dolayısıyla Kazakistan bu anlamda Hace ve Hacegan yurdu anlamına gelmektedir. Bundan dolayı geniş ve yaygın bölge ‘Mübarek Türkistan’ olarak da anılmaktadır. Dolayısıyla Kazakistan’ın manevi mimarı bu durumda Ahmet Yesevi hazretleridir. Yesevi’yi tabii ki sadece Kazakistan’la sınırlamak olmaz. Kazakistan, Yeseviye dervişlerinin otağı, ocağı ve merkezi iken Anadolu, Balkanlar ve Hindistan ayakları olmuştur. Biz de atalar yurduna ramazan köprüsü üzerinden yürüdük ve atalarımızın torunları ile iftarda buluştuk. Bağcılar Belediyesi ata yurduna ramazan köprüsü kurmuştu. Biz de atayurtta iftar buluşmasının şahitleri idik. Müminler diğer ümmetlerin ve bütün kainatın şahitleridir. Kur’an buyruğuyla Hazreti İsa ve Hazreti Peygamber (S.A.V.) gibi bütün peygamberler ümmetlerinin şahitleridir. Hazreti İsa göğe çekildikten sonra huzurda ve gıyapta ümmetinin şahitliğine Allah’ı tevkil etmiştir. Peygamberlerin varisleri ve kopyaları olan alimler ve müminler de insanlığın ve kainatın şahitleridir. Biz de bu yeniden dirilen güzelliklere tanık ve şahitleri olduk. Birinci iftarımızı uçakla Kazakistan Oteli arasında açmıştık. İkinci iftar için de Esperanza Lokantasına davetliydik. İftar sırasında iki bayram sanki bir arada koptu. Birincisi, nice sonra konuklar ile ev sahipleri; mihmanlar ile mihmandarların veya ata çocuklarının buluşmasıydı. İkincisi de onca imsaktan sonra taam ve aş yurdu olan midemizin sıcak aşlarla buluşma ve hemhal olma saatiydi.

Enva-i çeşit yiyeceklerle donatılan sofradaki manzara ile önce gözlerimiz doydu. Bol çeşidinden karpuz, kavun, üzüm, elma, armut ve muz vardı. Unuttuklarımı elbette kayda geçmiyorum. Onun dışında yeşil ve kırmızı çaylar masada servis saatini bekliyordu. Tatlılar yine kenarda bizleri bekliyordu. Onun dışında sofrada bekleyen hamur işleri bana tanıdık geldi. Sanki ata yurdundan bizim yöremize gelmişlerdi. Bu yemeklerden birisi lokma idi. Aynen bizdeki gibi ata yurdunda da lokma yağla pişirilmiş ve ekmek yerine tüketiliyordu. Bazı yörelerimizde yapılan lokma tatlısıyla karıştırmayalım. Sonra yine tanıdık çeşitlerden birisi de gözlemeden yapılmış nan ve ekmek çeşitleriydi. Sonra sofrada samsa böreği de vardı. Samsa yemekleri Orta Asya’dan Arnavutluk ve Bosna’ya kadar geniş alana yayılmış bir damak tadı. Sanki bu yemek Yesevi ocağı dervişlerinden Sarı Saltuk’la birlikte diyar diyar gezmiş. Belki yeri değil ama ramazanın en güzel ve hafif tatlılarından olan güllacın da böyle bir seyrüseferi var. Arnavutlar, başka ad altında olsa da aynısını yapıyorlar. Lübnan ve Suriye gibi bölgelerde de ramazanların vazgeçilmezleri arasında güllaç vardır. Samsa sadece yemek çeşidi değil, Samsa Çavuş, Ertuğrul Gazi’nin silah arkadaşlarından birisi ve Mudurnu ile birlikte anılan gazi. Mudurnu’da Samsa adıyla anılan bir de köy var. ABD’nin kurucu ataları olduğu gibi ülkemizin de kurucu ataları var ve bunlardan birisi Samsa Çavuş’tur. Sofrada hatırlayabildiklerimin arasında kımız da vardı. Eskiden ülkücü gençlerin öykündükleri ve galat-ı meşhurla bizde sarhoş edici bir içki sanılan ayran tadındaki at sütü. Ben ayranı tercih etsem de kımıza da alışkınım. Öbür yanında da deve sütü var. Hacegan diyarını Arap diyarıyla buluşturan adetlerden birisi deve ve deve sütü tüketmek olsa gerek. Arslan Baba ziyaretimiz sırasında da kadınlar ziyaretgahın girişinde deve sütü ve keş satıyorlardı. Lakin bu keşler bizdekilerden daha küçük idiler.

Hiç hilafsız göçebe bir millet olan Kazakların yemek kültürü ile Anadolu’nun yemek kültürü zenginlik açısından çok farklı. Biz Batı’ya gittikçe yeni lezzetler keşfetmiş, öğrenmiş ve dağarcığımıza katmışız. Dolayısıyla mutfağımızda ata diyarından getirdiklerimize ilaveler yapmışız. Yeni diyarlar fethettikçe ve ahalisiyle kaynaştıkça yemek kültürümüz de artmış ve yerleşik düzen ve imparatorluğun getirdiği ufuk çizgisiyle yeni maharetler ve hünerler iktisap etmişiz. Ata yurdunun lezzetleri bana hiç yabancı gelmedi ama elbette Anadolu ile karşılaştırıldığında eksikleri var. Sofrada bizde olmayan ve alışık olmadığımız iki husus vardı. Bunlardan birisi, at etiydi. Mihmandarlar hatırına bir iki defa mecburen tattık. İkincisini hiç anlatmasam daha iyi ama okuyucunun merakını uyandırıp da onu yüzüstü bırakmamak ve merakını giderme babından anlatmadan da geçemeyeceğim. Sofralarda bir adet var. Pilavın üstüne bir pişmiş kelle oturtuyorlar. Bu genelde koyun veya kuzu başı oluyor. Bir bütün olarak pişiriyorlar ve servis ediyorlar. Bizdeki gibi ayıklama olsa bir şey demeyeceğim. Bütün olarak getiriyorlar. Bu bir gelenek. Geleneğe göre pişmiş kelle önce sofrada bulunan en yaşlı veya aksakalın önüne getiriliyor. Bu husussa önceden uyarılmıştım ama çaresizdim! Yapacak bir şey yoktu. Sofrada tek aksakal ben gözüküyordum ve kelle sonunda benim önüme geldi. Sonrasını anlatmayayım. Hatıra binaen…
Yemeklere değindik ama sofradaşlarımıza değinmedik. Yanımda Kazak erkekler ve bayanlardan oluşan bir küme vardı. Derken Kul Hoca Ahmet Yesevi İlim ve İrfan Vakfı’ndan Ahmet Zekai Yakşi beyin getirdiği bir Kazak yazar ve çizerle burun buruna geldik. Sanki tarihten çıkmış bir figür gibiydi ve kendisine haza Türk dedirtiyordu. Türk, Hind ve Arap diyarında aynı zamanda güzel ve yakışıklı anlamına geliyor ve bu zat aynı vasfı üzerinde barındırıyordu. Kalu bela’dan aşina olduğumuz bu topraklarda Kazakların yüzlerini süzerken sanki rahmetli babamın silüetini görüyordum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi