Havuz mu, deniz mi?
Bizim köy denize yakındı...
Çocukluğumun tüm yazları deniz sahilinde geçti...
Yüzmeyi, denizlerin en hırçını olan Karadeniz’de öğrendim...
Çocukluk arkadaşlarımla birlikte koca dalgalara meydan okur, koca dalgaların üstünde aletsiz sörf yapardık...
Bizim dağ köylerinde yaşayan çocuklar da arada bir yüzmeye gelirlerdi...
Fakat denize ayda-yılda bir girdikleri için denizle bir türlü uzlaşamazlardı...
Çünkü yüzmeyi derede öğrenmişlerdi. Açık denize alışık değillerdi...
Biz de “Dere çocukları” diye dalgamızı geçerdik...
Hayat karşısında aynı ikilemi yaşadığımızı fark ettiğimde yaşım kemale yaklaşmıştı... Anladım ki, bütün mesele yaşamayı öğrenebilmektir!
İçine girmekten korktukları için, hayatın (hayat denizinin) sürekli kıyısında çırpınanlar, doğru düzgün yaşamayı (yüzmeyi) öğrenemezler...
O zaman da hayatın dalgalanmaları karşısında boğulmaya mahküm olurlar.
•
Mevlâna’dan mı okudum, Sadi’den mi, şimdi net hatırlayamıyorum; ama şöyle bir hikâye takılı aklımda...
Karıncanın biri bir damla suyun içine düşünce, Nuh Tufanı çıktığını sanmış ve “Eyvaaah” diye feryada başlamış, “Nuh Tufanı çıktı, tüm dünyayı sular kapladı, kaçın!..”
Dünyanız ne kadarsa, gücünüz o kadardır!
Dünyaları damladan ibaret olanlar, damlayı deniz zannederler!
Her şeyi özgün ölçeğiyle fark edebilmek açısından, zaman zaman hayatın en içinden hayata bakmak gerekiyor...
Bunu özellikle de, “Artık umudumu yitirdim, çünkü hiç bir şey düzelmiyor, hatta daha beter kötüleşiyor” şeklinde mektuplar yazan gençlerimize söylüyorum...
•
Yasak meyveyi yedikleri için Cennetten çıkarılıp dünyanın ayrı yerlerine indirilen Hazret-i Âdem’le Hazret-i Havva’nın buluşma duyguları, içlerindeki umuttan besleniyordu...
Hazret-i İbrahim, kaynağı iman olan umuduyla Nemrut ateşine direndi. Kudret, kuvvet ve ihtişam karşısında paniğe kapılmadı...
Bir an bile tereddüde düşmedi. Yenilmeyeceğini umdu ve sabırla “tecelli”yi bekledi.
“Tecelli”, ateşi gülistana çevirdi.
Aslında dinî ve millî tarihimiz, imanlı ve umutlu insanların zafer destanıdır!
Hazret-i Yusuf ne kuyuya itildiğinde, ne de zindana atıldığında hayattan umut kesmedi...
Hazret-i Yunus balığın karnındayken bile umuda tutundu, duaya sarıldı ve kurtuldu... (kurtarıldı).
Hazret-i Musa’nın, Firavun karşısında müthiş iki silahı vardı: İmanlı ve umutluydu. Firavun’u bunlar sayesinde yendi.
Hazret-i Âlişân Efendimiz (hepsine selam olsun) ise umudun tâ kendisiydi. Ebucehil’in elindeki maddi imkânları umuduyla aştı ve zafere ulaştırıldı.
Selçuklu Devleti’nin kurucusu Sultan Alpaslan’ın imkânı sınırlı, umudu sınırsızdı. Devletini yıkmaya gelen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i yeneceğine inanıyordu...
“Diyojen 400 bin askerle üzerimize geliyor” diyen haberciye gülümseyerek şöyle karşılık vermişti: “Biz de 150 bin askerle onun üzerine gidiyoruz!”
Zafer ikram edildi, umduğuna kavuşturuldu...
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi, iki ağabeyinin geri dönme tekliflerini şu umut dolu sözlerle reddediyordu:
“İleri gideceğiz, deryayı (denizi) geçip devlet olacağız!”
Aynı umudun mirasçısı olan oğlu Osman Gazi “ucbeyi” oldu...
Orhan Gazi ise dedesinin vasiyetini yerine getirip deryayı (Çanakkale Boğazı’ndan) geçti, Rumeli fethini başlattı...
Aynı iman kaynaklı umudun takipçisi Fatih Sultan Mehmed Bizans’ı fethedip Peygamber müjdesini gerçekleştirdi.
Siz siz olun, ne ile karşılaşırsanız karşılaşın, umudunuzu asla kaybetmeyin, sevgili dostlar!...
Umudunu kaybeden kaybolur!
Ve dalgaların sizi yutmasına izin vermeyin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.