Baş iki el arasında düşünmek
Ülkemiz insanının siyasi hafızasının kısalığından yakınır dururuz. Balık hafızası bunlarınki diyerek unutkanlıklarına olan kızgınlığımızı dile getiririz. Öyledir de gerçekten. En dramatik veya travmatik gelişmelerin üzerine bir sünger çeker, hiç olmamışçasına yola devam eder kimi zaman. Bunu belki gerçekten hatırlama yetisini kaybetmesine de borçludur. Veya hatırlamamayı seçmiş olmasının getirdiği rahatlıkla geçmişi kale almayışına. Ya siyasilerimiz? Onlar çok mu farklıdır? Onlar da ‘dün dündür’ün daha modernize edilmiş hali ‘konjonktür bunu gerektiriyor’ gibi yavan savunmalardan oluşur. Oysa. Oysa ibret alınması gereken, ders çıkartılması elzem olan ne olaylar cereyan eder durur çevremizde. İşte buyrun, mesela on yıl önce... daha da geriye gidelim on iki sene gerisine. Kimler geldi kimler geçti? 28 Şubat postmodern darbesine kimler ve neden destek verdi? Kimler 28 Şubat’ın mutfağından nemalandı? Bin yıllardan söz edildi. Siyasi hayatlara paha biçildi. Eskilerin tabiriyle boş konuşmak, büyük konuşmak nelere maloldu? Apoletlerin arkasına saklanıp çocuklar misali “cee” diyen sivil askerleri düşünün mesela. Şimdi bakıyorum da ne kadar da yazık ettiler kendilerine. Hiç ölmeyeceklerini sandılar -burada ölümü metaforik anlamda kullanıyorum-. Gün onların günüydü zira. Yarınlar hakkında fikir yürütmenin, sonralara ait bir endişe taşımanın yeri yoktu hayatlarında. Vur patlasın çal oynasındı. Evler, arabalar, dolgun maaşlar, şöhret... yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındaydı. Çaldıkları askerin borazanı, önlerindeki onların davuluydu da ayakları yere basmaz olmuştu. Her şey iyiydi hoştu da bir detay gözlerinden kaçmıştı. Ufak (!) bir detay. Kader dediğimiz detay. Alın yazısı denilen şey. Rahmetli anneannem ‘eksik laf etmeyin’ diye uyarırdı bizleri. Eksik laf döner dolaşır bulurdu çünkü insanı. En tahmin etmediği anda, en beklemediği dönemeçte karşısına dikilirdi sahibinin ve hesap sorardı. Tabii bu tür uyarılara tepki vermek için inanmak gerekirdi. Limitleri bilmek, mütevazı olmak gerekirdi. Küçük çerçeve kadar büyüğünü de idrak etmek gerekirdi. Haya huya kapılıp gitmemek gerekirdi...
Şimdi görüyoruz, devir dönmüş devran değişmiş köprünün altından çok sular akıp gitmiş. Bir varmış bir yokmuş. –ne ilginç değil mi ki bir masal retoriğinden bile ders alamayacak kadar kalpleri kararmışlar, kulakları sağırlaşmışlar da olabiliyormuş. Halbuki çocuk bile bilirmiş bunu.- Hiçbir şey olduğu gibi kalmazmış. Gün gelir her şey tepetaklak olurmuş. O zaman ayağı baştan denk almak gerekirmiş. Ki kurda kuşa yem olunmasın. Ki konuya komşuya rezil olunmasın. Ki dost acıyıp düşman sevinmesin...
Şimdi bakıyorum da o zaman hangi minval üzreydilerse hâlâ öyle devam ediyorlar. Kendileri akıllı, diğer herkes de manipülasyona açık birer ahmak gözlerinde. Laf ebesiler ya. Allem eder kallem eder kelime oyunlarıyla üste çıkarız düşüncesindeler. Hesap edemedikleri bir kalem de ülke insanımızın hafızasındaki selektifliktir. Evet unutmayı yeğlerler, evet bazen balıkları da geçer, insanı çileden çıkarırlar. Ve fakat ehemle mühimi ayırt edecek, masum gibi lanse edilen kirli tezgahların ne olduğunu bilecek kadar da uyanıktırlar. Onları da bir bir, bir köşeye yazarlar. Dediydi dersin bak yazıyorum buraya dercesine not ederler. Onların ahıdır tutan. Bir işiten, bir gören vardır hiç şüphesiz. Perdesiz ulaşır ulaklar yerine... Biz anladık da, bir de onlar anlasalar bunu diyorum... kim bilir... belki bu da bir kısmet işidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.