Örtülü analara asimetrik-psikolojik harekât!
Talep veya talimat, ister “taban”dan gelsin, isterse “tavan”dan; sonuçta “DTP’liler”in veya yeni adıyla BDP’nin “Meclis’e devam” kararı almış olmaları, son derece önemlidir... Ahmet Türk, dün yaptığı açıklamada, “sine-i millete dönme” kararından vazgeçip “Sine-i Meclis’e devam” kararını verdiklerini söylerken; bu kararlarında “tabanın baskısı”nın büyük rol oynadığını söylüyordu... Bu arada; “İmralı sakini”nin de bunu desteklediğini belirtiyordu...
Şimdilik görünen o ki; partileri kapatılan “19 DTP’li”nin yeni adresi, Barış ve Demokrasi Partisi, yani BDP olacaktır!.. Ufuk Uras da onlara katılacak, yine “grup” kuracaklardır... Umarız, bu yeni gelişme, hayli yükselen “tansiyon”un düşmesine, toplumu rahatsız eden “sokak gösterileri”nin durmasına ve elbette “açılım süreci”nin devam etmesine vesile olur...
Ümit ederim ki; Türkiye, “Türk”leri ve “Kürt”leri ile birlikte, yakalanan bu şansı iyi değerlendirir.
EN KÖTÜ SÖZ, “SİLAH”TAN İYİDİR!
Dünkü gelişme, elbette apayrı bir yazı konusu... Ama ben bu gelişmenin “ayrıntı”larından hareketle, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un, önceki gün Trabzon’da bir “gemi”de düzenlediği basın toplantısında sarfettiği sözleri yorumlamaya devam etmek istiyorum.
Yazımın başında da ifade ettiğim gibi; kapatılan DTP’nin genel başkanı Ahmet Türk; Meclis’e dönme kararlarında “taban”dan gelen taleplerin ve “tavan”dan gelen “işaret”in etkili olduğunu söylüyordu...
Ben de diyorum ki;
Talepler nereden gelirse gelsin, sonuçta verilen karar “milli irade”ye saygının göstergesidir!..
Yani, “millet” istemiş, onlar da “Meclis”e dönme kararı vermişlerdir...
Çünkü, “sorunların çözüm yeri Meclis”tir!.. Yani “silahlı mücadele” veya “başka bir güç” değil!.. Hem sonra, “en kötü söz” bile “silah”tan iyi değil midir?..
Gönül isterdi ki;
Herkes, çözümü “Meclis’te” arasın!.. Herkes “milli irade”ye saygı göstersin!.. Hiç kimse “güç gösterisi”ne kalkışıp da, “medya”ya veya “yargı”ya “gözdağı” vermeye ya da “tehdit” savurmaya kalkışmasın!..
Ama, maalesef bu yolu denemeye devam edenler var.. Onlar, “höt” demekle veya “gözdağı” vermekle, toplumu “hiza istikamete” sokacaklarını sanıyorlar!..
Fakat, geçti o devirler!..
Ellerinde “silah” olanların, kendilerine “dokunulmazlık alanı” kurdukları, “bizi sorgulayamazsınız” diye efelendikleri dönemler gerilerde kaldı...
Çünkü, bu milletin fertleri; “yüksek dağlara karlar yağar, üşünür... Büyüklerimiz bizden iyi düşünür” dönemlerini çook gerilerde bıraktı...
Artık, millet “sormaya ve sorgulamaya” başladı... “Soru soranların sayısı arttığı” içindir ki; “tehdit”çiler ve “gözdağı” verenler “azınlıkta” kalmışlardır!..
Bu “değişimi” herkes görmelidir!..
Tabiî, “asker” de görmelidir!..
“Karar” verici tek merci, “Meclis”tir!..
“Milli irade”nin temsilcisi Meclis!..
Yani, “taban”ın sesi!..
ORTAK DEĞER Mİ... O DA NE!
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, önceki gün “özellikle”(!) Trabzon’da düzenlediği ve “darbe plânları” yapmakla suçlanan “denizci askerler”e, adeta “arkanızdayız” mesajı verdiği basın toplantısında diyordu ki;
“Toplumsal huzura giden yolun, ortak değerlerimizin güçlendirilmesinde olduğunu düşünüyoruz. Farklılıklara elbette saygılı olmalıyız. Ancak farklılıklara saygılı olmak, her zaman farklılıklarımızı öne çıkarmayı da gerektirmez. Esas önemli olan, özellikle bugünlerde binlerce yıllık sahip olduğumuz, bizi birbirimize kenetleyen ortak değerlerin sıkça ortaya konulmasıdır. Bu ortak değerlere sahip çıkılmasıdır.”
İşte bu sözler, “toplumun büyük kesimi” tarafından büyük tepki gördü...
Bu tepkileri tek cümlede özetleyen ASDER Genel Başkanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan da dedi ki;
“Toplumun yarıdan fazlası, kıyafeti sebebiyle kışlaya giremiyor... Başbuğ’un hangi ortak değerden söz ettiğini açıklamasını bekliyoruz.”
Çok yerinde bir soru;
“Hangi ortak değer?”
Öyle ya; “toplumun yarıdan fazlası”na bir “dayatma” uygulanıyor, onlar “kışla”ya alınmıyor ve hatta “başörtü”lerinden dolayı hakaretlere, aşağılanmalara, horlanmalara maruz kalıyorlar ise, “ortak değer” nedir?..
ÖRTÜLÜ ANALARI KIŞLAYA ALMAYAN KİMDİ?
Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın demecini okuyunca, benim aklıma “Manisa’daki olay” geldi... 7 Kasım 2008’de meydana gelen o olayı hatırlıyor olmalısınız:
“Manisa 1. Piyade Er Eğitim Tugayı’nda düzenlenen yemin töreni için kışlaya gelen bazı asker yakınları, başörtülü oldukları gerekçesiyle nizamiyeden içeri sokulmadı. İçeri sokulmayan asker yakınları, İzmir Caddesi üzerindeki tel örgü arkasından yemin törenini izlemek zorunda kaldı.
40 yaş üzerindeki bayanlar başörtülü olarak nizamiyeden alınıp törene kabul edilirken, yaşı 40'tan küçük olanlara ‘Başınızı açmadan içeri giremezsiniz..’ denildi. Bu sebeple birçok başörtülü asker yakını töreni izleyemedi.
İçeri alınmayan asker yakınları, İzmir Caddesi üzerinde tören alanını gören bir bölgede tel örgüler arkasından, içerideki asker yakınlarını izlemek zorunda kaldı.”
Peki, bu olayın müsebbibi kimdi?..
Bir general!..
Evet, Manisa 1. Er Eğitim Tugay Komutanı Tuğgeneral Naim Babüroğlu!..
İşte bu komutan, “askerlerin anaları”nı, "eş"lerini ve "bacı"larını almamıştı o günkü "yemin merasimi"ne!..
Evet, sırf "başörtülü" oldukları için!..
Herhalde biliyorsunuz;
"Başörtülü analar"ın evlâtları "PKK ile çatışmada şehit düştükleri" zaman, komutanlar hemen "şehit cenazesi"ne gider ve anasının "başörtülü" olup-olmadığına bakmadan elini öper, anayı teskin etmeye uğraşır!..
Ama, aynı başörtülü ana, "oğlunun yemin töreni"ne geldiğinde, bir "utanç duvarı" gibi "tel örgüler" dikilir karşısına!..
Manisa’daki manzara aynen böyleydi:
"Başörtülü ana" ile "asker oğlu"nun arasına "tel örgüler" girmiş ve analar, oğullarının yemin törenini, ancak "tel örgüler arkasından" gözleri yaşlı izleyebilmişlerdi!..
Pardon!.. Pardon!..
"Bütün analar" değil, "başları açık ana"lar rahatlıkla alınmıştı içeri!..
"Başörtülü" anaların da, "40 yaşın üstü" olanlarına problem çıkarılmamış!..
Ama, "40 yaşın altında" olanlara, "yasak" demişler, "Siz, tel örgülerin arkasına gidin!"
Peki, “resmî manzara” böyle iken, Org. İlker Başbuğ’un sözünü ettiği “ortak değer” nedir?..
FARKLILIĞA KİM KARAR VERİYOR?
Sen kalkacak, “başörtülü asker anaları”nı nizamiyeden içeri almayıp, “tel örgüler” dışına atacak, sonra da “ortak değer”den söz edeceksin!..
Sayın Başbuğ, “lâfın kendisine nasıl döneceğini” hesaplamış olmalı ki; “farklılıklara saygılı olmak, her zaman farklılıkları öne çıkarmayı gerektirmez” diyor!..
Yani, demek istiyor ki;
“Farklı olun ama,
Bunu öne çıkarmayın!”
Bunu, elbette “Kürtlere” söylüyor...
Ama bu söz, “başörtülü”leri de içine alır!..
Bu durumda, o söz, şöyle bir şekil alır:
“İnançlı olabilirsiniz ama,
Bunu öne çıkarmayın!”
Yani, “evinizde örtünün!”
İyi de, ben de sorarım o zaman;
“Cenaze törenlerindeki farklılıklara niye saygı gösteriyorsunuz?.. Başörtülü şehit analarının elini o zaman niye öpüyorsunuz?..
Ne yani;
Bir asker anası, oğlu şehit olduğunda başını örtebilir de, oğlunun yemin törenine geldiğinde örtemez mi?.. Cenaze töreninde farklılık öne çıkarılır da, nizamiyede çıkarılamaz mı?”
Asıl önemli soru şu:
“Farklılık” kavramı kime göre?..
Kim tayin ediyor “farklı” olmayı?.. “Farklılığın öne çıkarılıp çıkarılamayacağına” kim karar veriyor?..
“Seçilmişler” mi, “atanmışlar” mı?..
“Siyasetçi” mi, “asker” mi?..
Böyle bir karar verme yetkisini “asker”e kim verdi, ne zaman verdi?..
ASİMETRİK HAREKÂTI KİM YAPIYOR?
Öyle anlıyorum ki;
Sayın Başbuğ, bu “soru”ların sorulmasından ve “eleştiri”lerin yoğunlaşmasından son derece “rahatsız”dır... Bu rahatsızlığını da, Trabzon’da şu cümlelerle dile getirmiş:
“Son zamanlarda, TSK’ya karşı yürütülmekte olan asimetrik psikolojik harekâta değinmek istiyorum. Bu konuya özellikle bugün üzerinde beraber olduğumuz TCG Oruç Reis firkateyninde değinmemin özel bir de anlamı var. Ne acıdır ki özellikle medyanın bir kısmının var oluşunun temel nedeni; gerçeklere dayanmayan, önyargılı ve haksız eleştiriler yaparak TSK aleyhine kampanya yürütmektir. Bunlar, aynı zamanda kendilerini demokrasinin savunucusu olarak da göstermektedir. Onlar için demokrasiyi savunmak adına tek çıkar yol, TSK’nın karşısında olmaktır.
TSK, hukuk devletinden yana olduğunu her fırsatta dile getirmektedir. İçinde bulunduğumuz bu süreçten rahatsızız. Bu rahatsızlığı yetkili ve ilgililere aktardığımız gibi, yasal olarak gerekenleri de yapıyoruz.”
Sayın Başbuğ’a şunu söylemek istiyorum: Hiç kimsenin, TSK’ya karşı “asimetrik psikolojik harekât” yürütmek gibi bir amacının olduğunu sanmıyorum.
Ama, şundan eminim:
“Bazı TSK mensupları”, bu millete ve bu milletin değerlerine karşı, “asimetrik psikolojik bir harekât” yürütmektedir!..
Sorarım kendisine;
Tuğgeneral Naim Babüroğlu’nun “asker anaları”na reva gördüğü muamele, bir “asimetrik psikolojik harekât” değil midir?..
Kendilerine yönelik “eleştiri”lerden “rahatsız” olduğunu açıklayan Sayın Başbuğ’un, “milletin yarıdan fazlası”nın, hem de “yıllardır” duyduğu “rahatsızlık”tan haberi var mıdır acaba?..
Bu rahatsızlığı gidermek için, kendisi ne yapmıştır?.. Askerin içindeki “çürük elma”lara da bir “höt” çekmiş midir?
DTP’liler “tabanın sesi”ni dikkate alıp, nasıl “hata”dan döndüyse, TSK da, hiç olmazsa “tabanın elbisesi”ni dikkate alıp, “hata”dan dönmelidir!..
Yoksa, “ortak değer” kavramı “lâfta” kalır!..
=============
Sadece TSK mı yıpranıyor?
Org. İlker Başbuğ’un sözlerine yönelik birçok eleştiri var da, 21. Dönem DYP Denizli Milletvekili Av. Mustafa Kemal Aykurt’un “eleştiri” ve “tesbit”leri ilgimi çekti.
Aykurt’un sözlerini sizlerle de paylaşmak istiyorum...
Av. Aykurt, Cihan Haber Ajansı’na verdiği demeçte demiş ki;
“Türkiye’nin parlamentosunu, yargısını, sivil toplum kuruluşlarını bir tarafa atmak suretiyle beyanında da görüldüğü üzere savaş firkateyninde kalkıp bütün kurumları tehdit eder, terbiye verir gibi ültimatom vermesi, TSK’nın kendini vesayet makamı olarak görmesinin devam ettiğini gösteriyor.”
Başbuğ’un, “TSK’ya karşı asimetrik harekât uygulandığını” iddia etmesine de cevap veren Av. Aykurt; “Ben böyle bir yıpranma olduğuna inanmıyorum” demiş ve eklemiş:
“Eğer yıpranıyorsa, başındaki muhterem paşamızın bir savaş gemisindeki karşı tavrı da o kurumları yıpratmıyor mu?..
Yıpratılmaması gereken kurumlardan birisi de Parlamento değil mi?.. Seçimle işbaşına gelmiş sivil otorite değil mi?..
Bunların yıpratılmasından ortaya çıkan zararı kim telâfi edecek?”
Sayın Başbuğ “yıpratıldıklarını” söylediğine göre, “yıprattıkları” hakkında da bir söz söyler herhalde!..