Öcalan faktörü
Anayasa Mahkemesi'nin DTP'yi kapatma kararını açıkladığı 11 Aralık'tan iki gün öncesine tesadüf eden İmralı'daki avukat görüşmesi.
Öcalan mesajını veriyor: Kapatma kararının "dünyanın sonu" olmayacağını, demokratik zeminde mücadeleye devam edilmesi gerektiğini söylüyor. Tam bir hafta önce bu mesajı yorumlayarak, şiddetin artmayacağı kehanetinde bulunmuştum. Dayandığım varsayım, şiddetin ne İmralı'ya ne de Kürt siyaseti yapanlara bir fayda sağlamayacağı, düpedüz bir intihar teşebbüsü anlamına geleceğiydi. "Demokratik siyaset mi, şiddet yöntemleri mi?" ikileminde bir seçim yapılacaktı. Abdullah Öcalan bu hafta DTP milletvekillerine doğrudan "demokratik siyaset" talimatı verdi. Başta Ahmet Türk olmak üzere bütün DTP'liler hiç ikiletmeden bu talimatı uygulamaya geçtiler. Sonuç, DTP'nin kapatılmasının Kürt siyaseti ve demokratik açılım üzerinde olumsuz bir etkisi olmayacak. Yola kaldığımız yerden devam edeceğiz. Acaba değişen bir şey yok mu?
Var. Kürt siyasetinin karmakarışık parametreleri alt-üst oldu. Dolayısıyla demokratik açılım süreci de. Olumlu veya olumsuz hiçbir anlam yüklemeden objektif bir tespiti ifade edeyim: Artık sürecin ana aktörlerinden ve oyun kurucularından biri Abdullah Öcalan. Belki öncesinde de böyleydi; şimdi herkes bu durumu kavramış oldu.
Son 11 yıla yayılan örnekler çok, sadece yakın zamanda olanları hatırlayalım. DTP milletvekili adayları Öcalan'ın talimatıyla belirlendi. Belediye başkanları da öyle. Habur'da üniformaları ile giriş yapan 34 PKK'lı, Öcalan'ın talimatıyla Türkiye'ye geldi. İptal edilen Avrupa grubunun gelişini de o istemişti. Son olarak birden patlayan kitlesel şiddetin arkasında, Öcalan'ın yeni cezaevine nakledilmesi yüzünden dile getirdiği şikâyetleri vardı. 17 cm² diye ifade edilen bu şikâyet, 7 askerimizin ve Serap'ın hayatına mal oldu. Nihayet DTP'nin kapatılması ile başlayan fırtına, onun talimatı ile durdu ve taşlar yerli yerine oturdu. Emir "Demir"i hatta "Çelik"i kesiyor. DTP'nin yerine geçecek olan BDP'nin geçici genel başkanının adı Demir, soyadı da Çelik.
Belki bütün bu örnekleri, gücünü kanıtlamak için fırsat arayan Abdullah Öcalan'ın yönettiği bir süreç olarak görmek daha doğru. Meselâ, DTP milletvekillerine "istifa etmeyin, Parlamento çatısı altında mücadele edin" talimatı vermesi, Öcalan'ı daha önemli bir aktör haline getirmedi mi?
Serinkanlı bir değerlendirmeye ihtiyacımız var. Öcalan'ın yakalandığı tarihe kadar PKK, "Bağımsız Kürdistan" ideali peşinden koşuyordu. 1999'dan sonra bu idealin yerini zaman zaman federalizm, hatta bazen üniter devlet içinde çözüm arayışları aldı. Evrensel standartlara uygun tanımlarsak, Türkiye etnik bir silahlı ayaklanma ile karşı karşıya kaldı. Sonra bu kalkışmanın liderini ele geçirdi ve hapse attı. İşin belki de en ilginç noktası, ele geçirdiği liderin geçen 11 yıl içinde örgütü ve tabanı üzerinde otoritesini artırarak devam ettirmesi. Onun yerine yeni bir lider geçmedi. Kararlar cezaevinde tecrit edilmiş bir şekilde yaşayan örgüt lideri tarafından alınıyor ve ikiletmeden icra ediliyor.
Bu ilginç durum Kürt sorununu herkesin içine sindireceği biçimde çözebilmek için bir fırsat mı, yoksa bir zaaf mı? Bu sorunun cevabını Öcalan'ın yakalandığı zaman asılmasını savunanlara verdirelim. O tarihte Öcalan asılsaydı, bugün Kürt sorunu ne durumda olurdu?
İmralı'da özel cezaevinde 60 yaşına merdiven dayamış bir örgüt lideri yatıyor. Yönettiği örgüt Türkiye'nin terör sorununa tekabül ediyor. Ve oradan sık sık "beni görün, beni muhatap alın" mesajları veriyor. Satranç tahtasının önünde oyuna etkili müdahalelerde bulunuyor.
Çözemediğimiz Kürt sorunu bir terör sorununa yol açtı. Şimdi çözemediğimiz terör sorunu, Kürt sorununa yaklaşmamızı engelliyor. Terör sorununun patronu ise İmralı'da hepimizin gözü önünde süreci yönetiyor.
Şöyle düşünelim: MHP lideri Türkiye'nin birliği ve üniter devletin bekası adına başka çare kalmasaydı, Öcalan'la neleri konuşurdu?