Bürokrasi vuruşarak çekiliyor!
Türkiye’de son yıllarda olup bitenleri nasıl yorumlamak lazım? Üç sene önce yayınlanan ve aynı başlığı taşıyan yazımı özetleyerek okuyucularımıza sunuyorum:
Türkiye’de Saltanat’tan Cumhuriyet’e geçişin büyük bir "değişim" olduğundan şüphe yok. Bu tam anlamıyla bir "rejim değişikliği"; fakat gerçek bir iktidar değişikliği olduğu söylenemez. Buna rağmen, Cumhuriyet’le birlikte gerçek bir iktidar değişikliği olduğu, "millî irade"nin hâkim kılındığı, "halk egemenliği"nin sağlandığı iddia edilmiştir.
Osmanlı idaresinin, 18. yüzyıldan beri dönüşümler geçirdiği ve 19. yüzyılda bunun daha görünür hâle geldiği bilinmektedir. Bu öncelikle Osmanlı bürokrasisinin değişimidir ve Saltanat’ın karşısında kanunla korunarak kendini garantiye alması, Tanzimat’la başlayan gerçek bir dönüşümdür. Acilleştirilmiş modernleşme uygulamaları, padişaha bağlı ve müsadereye açık bürokrasiyi, kısa zamanda özerkleştirmiş, bu değişim, Tanzimat bürokrasisinin sembol ismi Reşid Paşa’nın dünyanın en varlıklı isimleri arasına girmesine yol açmıştır!
1876’da Tanzimat’ın "meşrutiyet"e dönüşmesi, Osmanlı saltanatının resmen (anayasayla) sınırlanması ve millî hâkimiyet prensibine dayalı bir meclis oluşturulması bürokrasinin, sonucunu kestiremeden attığı bir adım olmalıdır. Bu değişime model teşkil eden ülkelerde, meşrutî idarelere geçiş, bürokrasinin talebiyle değil, gelişen ticaret ve sanayi kesiminin mücadeleleri sonucu ortaya çıkmıştır.
Sultan Abdülhamid’in, Tanzimat bürokrasisini tasfiye ederek, kendine (hükümdara) bağlı bir bürokratik yapı oluşturmaya yönelmesi, Devlet’i padişaha rağmen yönetmeye alışmış olan bürokratik seçkinleri rahatsız etti. Bu rahatsızlık, dış konjonktürel tesirlerle güçlendi ve 1908’de Meşrutiyet’in 2. defa ilânına kadar vardı.
Silâhlı bürokrasi darbe yapıp, hürriyet ilân etti; fakat kısa zaman sonra hareket, bürokratik elitin hâkimiyetini sağlamaya yönelik bir operasyona dönüştürüldü (31 Mart Vak’ası sonrasında yaşananlar ve bilhassa Bâb-ı lî Baskını hatırlanmalıdır). Bürokrasi, meşrutiyeti kullanarak iktidara sahip oldu. Bu yeni oligarşik iktidar yapısı, ülkenin ekonomik ve sosyal iktidar yapılarına tekabül etmiyordu; zaten bu da aranmıyordu, hatta istenmiyordu.
İttihatçı Osmanlı bürokrasisinin Cumhuriyet bürokrasisine dönüşümü
Normal şartlarda, meşrutî Osmanlı yönetiminde de, gelişmekte olan tarım kesimi ve ticaret burjuvazisi iktidar yapılarında gereken etkiyi göstermeliydi. Osmanlı Devletinin son döneminde, toprakların büyük bölümü ve tarım kesimi büyük ekseriyetle müslümanların elinde iken, ticarette ve sanayide durum farklıydı. Hıristiyan ve Yahudi azınlıklar ticaret ve sanayi kesiminde hâkim durumdaydı. Bu da İttihat ve Terakki erkânına, bürokratik iktidarlarını haklı gösterme imkânı veriyordu.
Cumhuriyet’in yönetici kadrosunu teşkil eden asker ve sivil bürokratların neredeyse tamamı, Osmanlı döneminde de yönetici kadroyu teşkil ediyordu. Eski nâzırlar (bakanlar), ordu kumandanları, erkân-ı harbiye reisleri, paşalar, umum müdürler ve meb’uslar... Zaten böyle bir nitelik taşıdıkları için Millî Mücadele’nin yönetici kadrosunu oluşturmuşlardı. Millî Mücadele’yi yürüten Meclis, Türkiye’deki iktidar yapılanmasını temsil edecek bir evrim geçirebilecekken, İttihatçı yöntemlerle feshedildi ve yenisi tamamen bürokratik irade ile oluşturuldu.
Yeni Meclis, Lozan Anlaşması’nı tasdik etti. Ardından, Lozan Anlaşması’nın arkaplanına uygun değişiklikler gerçekleştirildi ve Meclis’in tamamı işin içine katılmaya gerek görülmeden, yarıyı az geçen bir sayıyla, Cumhuriyet ilân edildi ve ilk cumhurbaşkanı seçildi.
Cumhuriyet rejim değişikliği olmakla beraber iktidar, 1908’den beri oluşturulan bürokratik yönetim yapısı içinde kendini sürdürmüştür. Yani ekonomik güçlerin iktidara ağırlığını koymalarının zemini mevcut değildi. Bu şartlar altında İttihat ve Terakki’nin birinci takımı, Birinci Dünya Harbi’nin sonucu, tasfiye edilmiş, aynı zihniyeti sürdüren bir ekip Cumhuriyet’i kurmuş ve yönetmiştir.
Cumhuriyet idaresi, öncelikle Türkiye’de bürokratik iktidarın ideolojik olarak da pekişmesi/pekiştirilmesi yönünde mevzuat düzenlemelerine girişmiştir ki bunların bir çoğu "inkılâp/devrim" olarak adlandırılmıştır. Denilebilir ki, bu devrimler Türkiye’de gerçek devrimi, yani halkın ekonomik ve sosyal güçlerinin iktidarını geciktirmek için yapılan değişikliklerdir.
Türkiye’de tarımı, ticareti, sanayii teşkil eden güçler bürokrasiyi istihdam edeceğine (ve böylece rasyonelleştireceğine), bürokratik elit kendine bağlı, devletten beslenen tarım, ticaret ve sanayi burjuvazisi meydana getirmeye yönelmiş, irrasyonelliğini bu kesimlere de kabul ettirmiştir.
Tek parti iktidarının ideolojik-irrasyonel yapılanması, sonraki dönemlerde de sürdürülmek istenmiş, ancak, dünyanın değişimi karşısında, bu yapının açıkça sürdürülebilirliği kalmadığından, dünya sisteminin de zorlamasıyla, 1946’da çok partili hayata geçilmiş, 1950’de seçimle iktidar değişmiş fakat, bu iktidar değişimi, sınırlı bir alanda kendini gösterebilmiştir.
Ekonomik alanda başlayan değişim, diğer alanlarda ciddi bir bürokratik-irrasyonel direnişle karşılaşmıştır. DP döneminde ve sonrasında eğitim yaygınlaştırılmış, fakat gerçek anlamda modernleştirilememiş, rasyonelleştirilememiştir. Eğitimin gerçek anlamda modernleşmesinin önündeki en önemli engel, tek parti ideolojisi olmuştur.
Türkiye’de aidiyet, kimlik sözkonusu olduğunda en kapsayıcı, derinlikli ve vazgeçilemez yapının "din" olduğundan şüphe edilemez. Diğer bütün unsurlar, dine göre konumlandırılabilir. Eğer din devre dışı bırakılırsa, en büyük müşterekten, kimlik ve kişilik yapıcı unsurdan yoksun kalınır.
Türkiye’de, son tahlilde kendini şu veya bu ölçüde dine göre tanımlayan geniş kitle ile, tamamen dine karşı tanımlayan dar bir kesim sözkonusudur. Bunlar, esas olarak asker-sivil bürokrasi (kalemiye, seyfiye), ilmiye, adliye içinde etkili bir kesimle bunlarla paralel giden, geçmişte devletten beslenen ve bunu (hâlâ) sürdürmeye çalışan bir kısım ticaret-sanayi burjuvazisidir.
Bu kesimin, Türkiye’nin demokratik sistemine, değişen ve gelişen ekonomik yapılarına rağmen iktidarını sürdürmesi, ancak anakronik bir durum olarak görülebilir. Eninde sonunda, Türkiye akıl ve bilim ilkelerine göre yönetilecektir. Esnaf, küçük tüccar, küçük ve orta ölçekli sanayici, büyük tüccar ve sanayici, işçiler, köylüler iktidarı belirleyeceklerdir. Bu süreçte, bürokrasi (asker, sivil) de rasyonelleşecek, oligarşik yapılanma ortadan kalkacak ve onlar da hakkına razı olacaktır. Bu kesimler de, bu kaçınılmaz sonu bilmektedir/görmektedir.
1960’dan beri yapılan darbe ve müdahaleler, bir anlamıyla, bürokrasinin vuruşarak geri çekilmesi olarak görülmelidir. Bütün dünyada iktidara sahip olanlar böyle irrasyonelliği öne çıkaran mücadeleler verirler, bu kaçınılmaz olarak karşılarına aldıkları kesimleri de rasyonellikten uzaklaştırır. Ancak eninde sonunda, ülkenin iktisadî ve sosyal yapısının ağırlığı, iktidarı belirler. Türkiye, daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak şekilde bu noktaya gelmiştir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.