Kimse cuntacılara “Haydi namaza” demiyor ki
Darbeci çevrelerin şunu kabul etmeleri çok mu zordur acaba: Bu milletin Müslümanlığı genetiktir, genetik yapının değişmesi de mümkün değildir. Bu gerçeği hem fen ilimleri hem de din ilimleri böyle söylüyor.
Bu coğrafyanın kaderinde Müslüman toplulukların yaşaması nasipmiş. Allah böyle bir kader çizmiş, halkımız ne yapsın. Hem sonra, milletin diniyle diyanetiyle uğraşanlar, darbe yapmaya kalkanlar, ne diye halka karşı mücadele ederler de Allah’a karşı savaşmazlar?
Elhamdülillah ben bir Müslüman’ım, Allah’ın varlığına, birliğine inanıyor ve iman ediyorum. Bu iman çerçevesinde “iyi insan” olabilmem için dinimin bana tavsiye ettiği ibadetleri yapmam gerekiyor. Yapıp yapmamam konusunda ise sadece ben sorumluyum. Başkasının dini ibadetlerine karışmak gibi bir vazifem ve yetkim asla ve kat’a yok.
Her insan hür doğmuş ve hür yaratılmıştır. Yine her insan, başkalarının haklarını çiğnemedikçe, her türlü inanç özgürlüğüne sahiptir. Dolayısıyla kimin neye iman edeceği veya etmeyeceği, kimin nasıl bir inanç peşinde olacağı ve olmayacağı, kimseyi ilgilendirmez. Kişi ya da kişileri ilgilendiren kısım, sadece kendi imani değerleridir.
Yani darbecilerin ürktüğü İslam dininde şöyle bir uygulama yoktur. Hiç kimse hiç kimsenin kulağına yapışıp, “Haydi namaza” diyemez. Allah hiçbir Müslüman kuluna böyle bir imkân ve yetki vermemiştir. Zaten Allah günde beş defa çağırttırıyor. Müslüman insanın vazifesi; “Din-i İslam’ı sevmek ve sevdirmektir.” Dinde zorlama ve güç kullanma yoktur. Yeri göğü yaratan Allah’tır ve her şey O’na aittir. Dolayısıyla hiçbir şeye de muhtaç değildir.
Lafı yine uzattım. Esas şuraya gelmek istiyordum. Din-i İslam’dan nefretin tarihi yeni değildir, çok eskilere dayanır, insanlık tarihiyle yaşıttır. Mesela Hz. Nuh’a (a.s.) karısı inanmadı ve gemiye binmedi. Nuh (a.s.) “Peki” deyip, kendisi kurtuldu, karısı gitti. Birisinin tercihi kurtuluştan yana, diğerininki sulara gark olup gitmek oldu.
Kur’an-ı Kerim’de adı geçen peygamberlerimiz başta olmak üzere, sahih bir rivayette 124 bin peygamberimizin geldiği bildirilir. Hepsinin de görevi; İslam’ı “yaşayarak” tebliğ etmek olmuştur. Onlara inanan inanmış, inanmayan inanmamıştır. Ve hiçbir peygamber, cebir kullanmamış, zorlama yapmamış, baskı kurmamıştır.
Gelin görün ki, şartlar böyle olmasına rağmen, hemen her Peygamber (a.s.) şiddet görmüş, kovulmuş, dövülmüş, hakarete uğramıştır. Hatta Efendiler Efendisi (s.a.v.) taşlanıp; kan revan içinde kaldığında bile o toplumun “ıslahını” istemiş ve bir baskı, şiddet veya helak olup gitmelerini istememiştir.
Şimdi gelin, bu kadar işkence, eziyet ve benzeri tüm kötülüklere rağmen, peygamberlerimizin sonlarına bakalım. Hepsinin sonu zaferle neticelenmiştir. Bütün peygamberlerimiz zaferle Allah’a kavuşmuşlardır. Sadece peygamberler değil, sahabeler, tabiinler, evliyalar, veliler, âlimler, Allah’ın sevgili kulları ve hayır işleyen “iyi insanlar;” büyük bir sevgi, muhabbet ve manevi zenginlikle Hakk’a yürümüşlerdir.
Oysa kötülerin işkenceleri sadece bu dünyada kalmış, bugüne kadar da haklarında asla iyi şeyler düşünülmemiş, yazılmamış ve konuşulmamıştır. Halen de nefretle anılmaktadırlar.
Sözü özü; yaratılan ve yaratılacak olan tüm canlıların hakları Din-i İslam’da korunmuş ve gözetilmiştir. Kâinatta asla boşluk yoktur, her şey bir denge üzerinedir. Bu dengeyi korumak ve dengeli yaşamak için bir “iyiler”, bir de “dengeyi bozarak, canının istediği gibi hükmederek gayri insani yollara başvuranlar” vardır.
Fakat ne yapalım ki denge tamamen Allah’ın tekelindedir. Allah bu coğrafyayı Müslüman toplulukların yaşaması için yaratmış, kıyamete kadar da değişmesi mümkün değildir. Müslüman halkımız böyle iman etmektedir. Dediğim gibi “iman” maalesef genetik. Değişmiyor, değiştirilmiyor. İnsan ateist de olsa özü asla değişmiyor. İsteyen araştırabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.