Savcı, komutana mı dokundu?.. Linç et, gitsin!
Daha önce de yazmıştım ya... “Binek atları”na veya “arabalara koşulan atlar”a niye “at özgülüğü” takarlar bilir misiniz?.. “At gözlüğü” takarlar, çünkü, atlar “sadece önlerine” baksınlar!.. Eğer “yan”larına da bakacak olurlarsa, “yol kenarı”ndaki “yeşil ot”ları görürler ve canları çektiği için hemen “ot”lara yönelirler!.. Otlara yönelen bir atı da mümkünatı yok, yolda tutamazsınız... İllâ eğilip, otlayacak!.. Eğer buna fırsat vermezseniz; sizi üzerinden atması, ısırması veya tepmesi işten bile değildir... Bu yüzdendir ki; atların çoğuna “at gözlüğü” takarlar... Sırf “önlerine” baksınlar, “etrafa kafalarını takmasın”lar diye!.. İnsanlarda ise, durum tam tersinedir!.. Evet, insanlar da “gözlük” takarlar... Ama, “daha iyi görmek” için... Kaldı ki; insanların gözlüğü “şeffaf”tır, atlarınki gibi “deriden” ve “kapalı” değil!..
Haa, insanlar içinde de “at gözlüğü” takanlar yok mu?.. Elbette var... Bazı insanlar da “at gözlüğü” takarlar ki, “etraf”tan etkilenip de “ufuk”ları açılmasın!.. Onlar, sadece “önlerine” bakarlar!.. Kendilerine bir “yol” çizmişlerdir, sadece o yol üzre giderler!.. “Sağ”da veya “sol”da ne olup bittiği umurlarında bile değildir!.. Eğer sağa-sola baksalar, “yoldan çıkacaklarını” zannederler!..
Maalesef, bazı “aydın”(!)lar böyledir!..
Tabiî, bazı “parti liderleri” de!..
“NE OLMUŞ ALEVÎ KÖYÜNE GİTTİYSE!”
Şimdi sizlere, hem “bugün”den, hem “dün”den iki örnek verip, olaylara “at gözlüğü” ile bakanların nasıl “çarpıtma” yaptığını belgelemek istiyorum.
Efendim, önceki günkü Hürriyet’in manşetinde, “Ne olmuş Alevi köyüne gittiyse” başlığı altında şöyle bir spot vardı:
“Alevi açılımını yürüten Devlet Bakanı Faruk Çelik, 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in Alevî köylerine yardım çalışmalarının Erzincan iddianamesinde yer almasını eleştirdi.”
Demek oluyor ki;
“Ne olmuş Alevî köylerine gittiyse” diyen, Faruk Çelik’tir... Ki, Faruk Çelik, sözünün devamında şöyle demektedir:
¥ “Savcının elinde, ne delil var bilemiyorum. Ama genel olarak bizim çalıştaylarımızda da geldiğimiz nokta şudur: Ayrıştırıcı değil birleştirici söylemin zamanı gelmiş, geçmiştir bile. Ortak bir dil geliştirmeliyiz, ayrımcı söylem değil. Şimdi burada eğer savcı, bir mezhepsel bakışla iddianamesini hazırlamışsa katılmamız, onaylamamız kesinlikle mümkün değil.”
¥ “Şimdi burada komutan Alevi köylerine gidip gelmişse, yardım etmişse bunda ne yanlışlık var? (...) Dediğim gibi savcının elinde ne var bilemiyorum. Ama diyorum ki, eğer komutan hata yapmışsa savcı tekrarlamamalıydı.”
O GÖRÜŞ SAVCIYA AİT DEĞİL!
Sizlerin de gayet iyi anladığı gibi;
Burada eleştirilen “savcı” idi!.. Çünkü, Savcı Bey, hazırladığı “iddianame”de şöyle bir ifadeye yer vermişti:
“Saldıray Berk, Erzincan ve civarında bulunan Alevi köyleri ile yakından ilgilenmektedir. Bu köylerin ihtiyaçlarının giderilmesi için ordunun imkânlarını kullanmaktadır. Yaptığı bu faaliyetler dolayısıyla Alevi köyleri ve dedeler tarafından sevilmekte ve kendisine takdir beratları verilmektedir. Saldıray Berk Sünni köylerle ve Sünni liderlerle ilgilenmemektedir. Saldıray Berk’in Alevi köy ve dedeleri ziyaretlerinde hanımefendi her zaman kendisine eşlik etmektedir. Saldıray Berk’in cemevleri ve Alevi köylerine olan ilgisinin, kendini meşrep olarak Aleviliğe yakın hissetmesinden kaynaklandığı değerlendirilmektedir.”
İddianamedeki işte bu ifade çok tartışıldı, çok konuşuldu... Sanıyorum ilk gündeme getirip de, “savcı”yı hedefe oturtan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal olmuştu... Bazı gazeteler de Baykal’dan esinlenip, “Alevi sevgisi de suç oldu” gibi ajitasyon amaçlı başlıklar kullandılar!..
Peki, ortalığı “velvele”ye veren bu çıkışlar bir “bilgi”ye mi dayanıyordu?..
Elbette hayır!..
Bu “haber” ve “demeç”ler, sadece ve sadece “önyargı”dan, olaylara “at gözlüğü” ile bakmaktan kaynaklanıyordu...
Çünkü efendim;
“Org. Saldıray Berk’in Alevi sevgisi”ni yansıtan o ifadeler “savcının tesbiti” değildi.
“Savcının böyle bir görüşü yok”tu!..
O görüş: Jandarma Başçavuş Orhan Esirger’in harddiskinden çıkan “fişleme” notlarıydı...
Sizin anlayacağınız;
Kendilerine “fişleme” görevi verilen askerler, bu arada “Ordu Komutanı’nı da fişlemişler” ve onun “Alevî köyleriyle yakından ilgilendiğini” geçmişler kayıtlarına!..
Yani; fişlemeyi de fişlemişler!..
Gelin, görün ki;
“Hedef”e oturtulup, “Vur abalıya” denilen kişi, “savcı” oldu!.. Oysa, “o ifadeleri” kullanan Jandarma Başçavuş Orhan Esirger’den başkası değildi!..
Tabiî, bu gerçeği görebilmenin ilk şartı, “önyargılar”dan sıyrılmak, “at gözlükleri”ni çıkarmak ve “geniş ufuklu” olmaktır!..
Olan-bitene “tek ve dar bir pencere”den bakarsan, üstüne üstlük bir de gözlerine “at gözlüğü” takarsan, oturduğun koltuğa “raptiye” konulmuşçasına yerinden fırlar, koşarsın kameraların karşısına;
“Alevileri sevmek de mi suç oldu?..
Bu savcı ne yapmaya çalışıyor?”
Şimdi kalkıp, desen ki;
“Savcı” değildi o, “başçavuş”tu!.
Duymaz!.. “Sağır” ayaklarına yatar!..
Çünkü, işine gelmez!..
Onun derdi “gerçeği aramak” değil ki!..
Onun derdi;
“Maksat muhalefet olsun!..”
İddianameyi sulandıralım, kafaları bulandıralım, Hükümet’e saldıralım da, gerisi hiç önemli değil!..
Millet “keriz” ya, “enayi” ya!..
Nasıl olsa yerler!..
Yemezler ağam!.. Karnımız tok!..
SAVCI SARIKAYA’YI DA BÖYLE YEMİŞLERDİ!
“Bugün”den örnek verdiğimize göre, şimdi de “dün”den bir örnek verelim.
Şemdinli’de Umut Kitabevi’nin bombalanması olayını biliyorsunuz... Bu olayı soruşturup “iddianame” hazırlayan Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı da biliyorsunuz...
“Anayasa değişikliği” ile yapısı değiştirilmeye çalışılan HSYK’nın; Ferhat Sarıkaya’yı nasıl “infaz” ettiğini, yani “meslekten men” cezası verdiğini, o savcının “avukatlık” bile yapamayıp, hayatını “danışmanlık” yaparak sürdürdüğünü de biliyorsunuz!..
İşbu Sarıkaya, “soruşturma”yı yürütürken, “başına gelecekler” içine doğmuş olmalı ki; hazırladığı iddianameye “medyadaki yorumlar”dan da alıntılar eklemiş...
Meselâ, Oktay Ekşi’nin 15 Kasım 2005 tarihli Hürriyet’te çıkan şu yazısını koymuş:
“Şemdinli olayı, günlerdir gazete sayfalarını doldurup duruyor. İlginç gelişmeler okuyoruz: Şemdinli gibi bir ücra Güney Anadolu ilçesinde arka arkaya 17 kere bomba patlar mı? Patlarmış... Nitekim birkaç hafta içinde birbiri ardından patlayıp durmuş...
Kendisini devlet içinde devlet sananlar 9 Kasım günü, hem de güpegündüz, ilçe merkezindeki Umut Kitabevi’ni bombalayacak kadar pervasız davrandılar.
Fail diye -üstelik halk tarafından- yakalanıp polise teslim edilenlerin Kıdemli Çavuş, Uzman Başçavuş çıkması; JİTEM isimli yasadışı infaz biriminin kalıntısı olduğu izlenimini veren JİT’e (Jandarma İstihbarat Teşkilatı) mensup olduklarının anlaşılması gösteriyor ki Şemdinli olayının yapısı Susurluk’tan zerre kadar farklı değildir.
Şimdi bekleyip göreceğiz. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı (...) dediklerini yaparlarsa bu devletin hukuk devleti olması yolunda çok ama gerçekten çok önemli bir adım atmış olacağız.”
İşte bu ve benzeri “alıntı”ların da yapıldığı iddianame; hatırlarsınız ki, “peşpeşe patlayan bombalar” sebebiyle değil, “Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt” vesilesiyle geldi gündeme...
Savcı Ferhat Sarıkaya, güya “Büyükanıt’ı da suçluyor”du!.. Güya, “Bu işlerin içinde onun da parmağı var” demeye getiriyordu!..
Malûm, “postal yalayıcıları”nın tamamı o günlerde Savcı Sarıkaya’ya saldırıyor ve diyorlardı ki;
“Savcı, iddianameyi yasalara aykırı olarak düzenlemek, yer almaması gereken kişileri ve olayları da iddianameye almaktan dolayı suçludur!.. Neredeyse dedikodu niteliğindeki ve konuyla ilgisi olmayan bazı değerlendirmeleri ve iddianame ile ilgisi olmayan ve kimliği de tespit edilmeyen kişilerin söylediklerini kanıtmış gibi iddianameye aldığı için, yani bir tür “kurgu, zorlama iddianame” oluşturduğu için suçludur!.. Savcı, görev ve yetkilerini aşmıştır!..”
Sonrası malûm!.. HSYK, “Bremen Mızıkacı”larının çıkardığı bu gürültülere göre karar verdi ve “linç” etti savcıyı!.. Öyle bir “linç” ki, adamcağız “yiyecek ekmeğe muhtaç” hâle düştü ve otomobilini satmak zorunda kaldı!..
İDDİANAMEDE BÜYÜKANIT YOKTU!
Peki, hakkındaki iddialar doğru muydu?..
Yani, iddianamede Yaşar Büyükanıt’ın ismi gerçekten geçiyor muydu?..
Buyrun, 5 yıl sonra, Şemdinli İddianamesi’ne yeniden bir göz atalım ve “gerçek” neymiş öğrenelim:
“M. Ali Altındağ’ın Cumhuriyet Savcılığımızda ve TBMM Araştırma Komisyonu’nda vermiş olduğu ifadeler karşısında halen Kara Kuvvetleri Komutanı olarak görev yaptığı bilinen Yaşar Büyükanıt ile o dönemde komutası altında çalışan bir kısım askeri yetkililer hakkında Suç İşlemek İçin Örgüt Kurmak, Görevi Kötüye Kullanmak ve Sahte Belge Düzenlemek suçlarından... Yine 09.11.2005 günü Şemdinli’deki patlamadan sonra Büyükanıt’ın faillerden Ali Kaya’ya yönelik açıklamaları nedeniyle Adil Yargılamayı Etkilemeye Teşebbüs suçundan soruşturma evrakı Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’na gönderilmek üzere tefrik edilerek...”
İddianamedeki “ayrıntı”ya lütfen dikkat!..
Görüldüğü gibi, Savcı Ferhat Sarıkaya, Org. Yaşar Büyükanıt hakkında iddianame hazırlamamış!..
Tam aksine;
O bölümü “tefrik” edip, yani ayırıp, “Yetki sizde” diyerek, “askerî savcılığa” göndermiş!..
Böyle yapmayıp da, ne yapacaktı yani;
“Tanık ifadesi”ni görmezden mi gelecekti?.. Bir savcının, tanık ifadesini “yok saymak” gibi bir lüksü olabilir mi?..
Gelin, görün ki;
Adamcağız, sırf “görev”ini yaptığı için “meslekten atılmak” gibi bir “linç”e maruz kaldı!.. Hayatı kaydı adamın, hayatı!..
YİNE AYNI, HEP AYNI OYUN!
Haa, hemen söyleyeyim: Ben de sizler gibi düşünüyorum... Gerçekten de; “geçmişe mazi, yenmişe pazı” derler!..
Ama, görüyorsunuz işte;
Hiçbir olay “mazi”de kalmıyor!..
Mazide oynanan oyunlar, geçmişte kurulan tuzaklar, bugün yine tekrarlanıyor!..
Geçmişte, üzerine attıkları bir “iftira” ile Savcı Sarıkaya’nın başını yiyenler, bugün de bir başka “savcı”yı hedef almış durumdalar!..
Adamlar, “AK Parti’ye muhalefet” değil, resmen ve alenen “kelle avcılığı” yapıyorlar!..
Hem de, bilgisizce!..
Tabiî, “bilgi” sahibi olmak için “okumak” gerekir!.. Okumak için de “gözlük” lâzım!..
Ama bunlar, “at gözlüğü” takmış!..
Bakamıyorlar ki, görsünler!..
Göremiyorlar ki, okusunlar!..
Gözleri bağlı “dolap beygirleri” gibi;
Aynı dairede dolanıp duruyorlar işte!..
=====================
Hukuku bilmek ayrı, hukukçu ayrı!
Son aylarda; “hukukçu” etiketi taşıyan bazı insanların başlattığı yeni bir “moda”ya tanık oluyoruz...
Diyorlar ki; “Yasal olan bir şey, hukukî olmayabilir!”
Böylece demek istiyorlar ki; “Meclis istediği kadar yasa çıkarsın, hukukçular o yasayı takmayabilir!”
Bunun adına “yargı diktası” derler de, benim meselem bu değil... Meselem, bu “hukukçu”(!)larla... Acaba, onlara da şöyle denilebilir mi; “Hukuku bilen birinin, hukukçu olmaması mümkündür!”
Nitekim, hukukçular, iradelerini “karar”larıyla ortaya koyarlar!.. “Siyasî polemik” yapan insanlar, eğer bu tavırlarını sürdüreceklerse “cübbe”lerini çıkarmak zorundadır!..
Meselâ Danıştay Başkanı Mustafa Birden... Bir “hukukçu” olarak mı konuşmaktadır, “siyasî polemikçi” mi?.. “Anayasa taslağı” için demiş ki; “Belliydi zaten!.. HSYK’yı kamuoyuna şikâyet ederek, yüksek yargının kararlarını eleştirerek yapmak istedikleri, HSYK’nın yapısını değiştirmenin ön hazırlığı idi!”
Gördüğünüz gibi; Birden, “niyet okuyuculuğu” yapıyor... Oysa Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker daha gerçekçi ve daha sağduyulu... “Son söz Meclis’in. Meclis’in iradesine herkes uymak zorunda!” diyor.
İşte buna “hukukçu” derler!..
Birden ise “hukuk” bilmektedir ama “hukukçuluğu” tartışılır!..