Fıkhı’l ümran
Türkiye’de ismini anmak istemediğim bazı isimler İslam ile medeniyetin yan yana getirilemeyeceğini söylemekte, daha doğrusu savunmaktadırlar. Bunu İslami konular konusunda mülahazası olanlar daha yalın bir ifadeyle hariçten gazel okuyanlar değil, aksine içeriden konuşanlar söylüyorlar. Elbette bu bir yanlış algılamanın sonucudur. Zira insanlar yerleşik düzen ve göçebe halinde yaşamaktadırlar. Medeni insan göçebe insanın karşılığıdır ve yerleşik düzende yaşayan insan demektir. Bunlara Arapça’da ehl-i veber ve meder denmektedir. Ehl-i veber bir başka anlamda da bedevi insan demektir. Göçebeliği çadır sembolize ederken yerleşik düzeni ve meder ehlini de kerpiç temsil etmektedir. Yahya Aleyhisselam gibi bazı zevat tabiatın kucağında yaşamış ve organik yiyeceklerle beslenmiş olsalar da dini metinler daima yerleşik hayatı özendirmektedir. Bundan dolayı Kur’an bedeviler anlamında A’rab’ın kıt ve kapalı anlayışına temas etmekte ve yermektedir. Zira yerleşik hayat ilmin irfanın geliştiği damıtılmış bir hayat anlamına gelmektedir. Göçebe hayatında ise insanların iş güçten ilim irfana ayıracak pek vakitleri yoktur. Bu da onlarda gelişmeye sınır koyar ve gelişme çizgisini sekteye uğratır. Bundan dolayı göçebe hayatın karakteri ve şanı kabalık ve yerleşik hayatınki ise inceliktir. Lakin göçebeliğin kabalık gibi sosyal hastalıkları olsa da yerleşik hayatın da kendisine mahsus/özgü mesavi yani eksileri vardır. Riyakarlık ve ikiyüzlülük gibi manevi illetler daha ziyade şehir ortamlarında gelişir ve yayılır. Bundan dolayı semavi afetler daha çok yerleşik düzene isabet eder. Yerleşik düzeni vurur. Müslümanların Mekke’de nifak nedir bilmeyişleri ve Medine’de nifakla tanışmaları da bunu gösterir. Bununla birlikte, bedevilik netice itibarıyla kalınması değil geçilmesi ve atlanması gereken bir ara statüdür. Bundan dolayı muhaddisler arasında tartışmalı da olsa Peygamberimizden şöyle bir hadis nakledilmiştir: La teskinu’l küfure feinne sakine’l küfuri kesakini’l kuburi/Köylerde ikamet etmeyin zira köy yaşamı kabir yaşamı gibidir (El Kavl el Müsedded, İbni Hacer el Askalani, s: 109, Alemü’l kitap).
•
Suriye Müftüsü Şeyh Bedreddin Hassun bir defasında İslam’da medeniyet olmadığını savunmuştu. Bizim iç halkadan bazıları gibi. Medeniyet olmadığını savunmak havanın olmadığını savunmakla eşdeğer bir garabettir. Lakin günümüzde küreselleşmenin mahiyeti tartışıldığı gibi geçmişte de medeniyet meselesi tartışılmıştır. Halbuki, İbni Haldun ilmü ümran diye bir kavram ortaya atmıştır. Günümüzde buna fıkhı’l ümran (medeniyet anlayışı) denmektedir. Arapça’da uygarlığı karşılayan iki kavram vardır. Bunlardan birisi ümran, diğeri de hadarattir. Medeniyet de aynı şekilde Arapça kökenlidir. Bir zamanlar Şam’da Hadaratü’l İslam (İslam Medeniyeti) dergisi çıkarılmıştır. Belki de Müftü Hassun; Halepli olmasından dolayı bu dergiyi veya adını duyamamış olabilir. Bugün medeniyet bilimine fıkhı’l ümran denildiği gibi fıkhu’t tahadduru’l İslami de denmektedir. Eş Şeriatu ve’l Hayat adlı programda Yusuf Karadavi, Osman Osman ile birlikte istihlaf (milletlerin birbirine varis olması) ve medeniyet meselesini ele almıştır. Karadavi ‘ ‘Hüve enşeeküm mine’l ardi Ve’stamerekum fiha/Sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O’dur’ ayetinden insanın Allah tarafından yeryüzünü ümrana ve imarete memur edildiğini çıkarmaktadır (Hu’d: 61). Ümran meselesinin istinat ettiği ayetlerden birisi budur. Bu anlamda Gazali insanın Allah tarafından gaflet verilerek kimsenin talip olmadığı yükü omuzlandığını ve bunu kendisine verilen gaflet sayesinde başardığını ifade etmektedir. Evet, insanın dünya gölgeliğine bu kadar yatırım yapması akli değildir. Bundan dolayı Allah insana gaflet vererek dünyayı imara yönlendirmektedir. Burada eslaf bir denklem kurmuş ve bunu bir terkiple: ‘Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahrete çalış’ diye formüle etmişlerdir.
•
Bu anlamda, Batı’ya nazaran Müslümanların ümranı ve medeniyeti ihmal ettikleri ifade edilmektedir. Nahda hareketinin önemli isimlerinden olan Abdulmecid Neccar ‘Fi’ş-şuhudi’l hadari’ ve benzeri eserlerinde Batılılara nazaran Müslümanların medeniyet fıkhını ihmal ettiklerini savunmaktadır. Bu, Müslümanların siyaset fıkhını ihmal ettikleri suçlamasını andırır bir suçlamadır. Kaderin bir cilvesi olarak Kur’an ile sultan zamanla birbirinden ayrılmış ve bazen de kopmuştur. Siyasi alanda kötü modellerin egemenliği yaşanmıştır. Kimileri de aynı bağlamda, fıkhın medeniyeti ihmal ettiğini ileri sürmektedir. Bu doğru olsa da zamanın muayyen dilimini alakadar eden nispi bir değerlendirmedir ve elbette ki buna mukabil Müslümanların hiçbir şeyi ihmal etmediklerini de söyleyemeyiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.