Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

Hadikatü’s süeda

Hadikatü’s süeda

6-9 Mayıs (2010) tarihleri arasında Suriye’de idik. Doğrusu gezi programı üzerinde yoğunlaştığımızdan dolayı iç ve dış gündem konularıyla fazla hemhal olamadık. İyi de oldu. Genellikle gezimiz tatil günlerine denk geldiğinden ve yoğun olduğundan sadece Şiilerin, Atabat el Mukaddese tabir ettikleri kutsal eşikleri ve ziyaret yerlerini gezebildik. Bu ziyaretimde 32 yıl önce önünden bile geçmediğim Şam kahvehaneleri bana sevimli geldi ve Türkiye’de kaybettiğimiz kahve kültürünü yansıttığı için belki de onlara karşı böyle bir iştiyak ve özlem duydum. Eski Postane ve Tenkiz Camii ve Hicaz Demiryolu İstasyonu ile Suk el Hamidiyye arasında kalan ara sokaklardan birisinde özlediğim kahve numunelerinden birisini gördüm ve içim çekmesine rağmen vaktimiz dar olduğundan dolayı sadece kahvehanenin kokusunu almak için içeriye süzüldüm ve içinde bir tur attıktan sonra dışarıya çıktım. Halbuki, Suriye’de Arapça öğrendiğim yıllarda yani 32 yıl önce kahvehanelerin önünden bile geçmez ve belki de onları atalet ve mefsedet yuvası olarak görürdük. Elbette o günkü duygularımın yanlış olduğunu düşünmüyorum; bir talebe için kahveye gitmek her halde pek şık ve münasip olmasa gerek. Lakin bizim yaştakiler için kahvehane biraz da sosyal kaynaşma atmosferini temsil ediyor. Ve büyük şehirlerimizde bu atmosfer hızla geriliyor ve yok oluyor. Buna benzer kahvehanelerden birisine Ali Fuad Paşa’nın merkezinde rastlamış ve orada konaklayarak bir çay içmiştik. Konuya genel olarak yine Vakit’teki bir yazımda; Erenlerden Erenler’e yazısında temas etmiştim. Güzellikler kayboldukça nostalji/hasret ağır basıyor. Kaybettiğimiz güzellikleri hatıratımızda arıyoruz. Mevlana’nın kamışlıktan koparılmış olan neyin avazını hikaye ettiği gibi biz de güzellikleri kaybettikçe hayalinde veya mazisinde yaşıyoruz. Buradan da kıymet bilmenin önemini kavrıyoruz.

32 yıl kadar önce Şam’da iken en fazla kalben bağlı ve meftun olduğumuz mekanlardan birisi Süleymaniye Tekkesi idi ve burasının hoş bir havası vardı. İçerideki bahçe sanki Fuzuli’nin ölümsüz ifadesiyle ‘Hadikatü’s süeda (saidler yani saadete ermişler ve cennetlikler bahçesi) idi. Süleymaniye Camisinin önündeki havuz, gelenleri serinletirken, bahçesi de insana cennet kokusu tattırırdı. Talebelik yıllarında henüz karayoluyla Hicaz’a gitmek serbest idi ve karayoluyla giden son Türk hacıları Süleymaniye Tekkesinin yanı başındaki Fuar Alanında konaklar, eğleşir ve mola verirler ve hangi şehirden iseniz oraya giderek belki bir veya birkaç tanıdığa ve hacı adayına rastlar ve onlarla özlediğiniz diyarın hasretini giderirdiniz. Türk hacılarına ya Sahabe Kabristanlığında, ilaveten Emevi Camii’nde ya Muhyiddin Arabi veya Halid-i Bağdadi türbesinde rastlayabilirdiniz. Sahabe kabristanlığında Türkçe siyasi sloganlara rastlamanız da kabil idi. Yine sıklıkla onları temaşa ettiğiniz yerlerden birisi Süleymaniye Tekkesi idi. Henüz amir olan fezasında ve son cemaat mahallinde onlardan bazılarını hasırlar üzerinde namaz kılarken görebilirdiniz. Bazıları da yüzünü havuza dönmüş olarak dinlenir ve siz de bazılarıyla sohbete dalardınız. 1990’lı yıllarda ise Süleyman Şah gibi Sultan Süleyman ve Mimar Sinan’ın Şam’a tuhfesi olan ve son dönemlerde ise hanedan mensuplarının gurbet gayyasında son buluşma noktası haline gelen cennet bahçesi de ihmale ve nisyana terk edilmişti. Bunun sonucunda mekan, tatil edilmiş ve hacılar yerine ayak takımının buluşma noktası olmuştu.
Guta’sıyla ve genel anlamda Şam bir cennet bahçesine benzetilebilir. Bu bahçenin merkezinde ve lübbü’l lüb (özün özü) mesabesinde ise Süleymaniye Tekkesi vardır ve cennetmekan bir yerdir.

1990’lı yıllar Suriye ile Türkiye arasında kriz yılları idi. Bunun ağır gölgesi Cennet bahçesine de vurmuş ve burası ziyaretçilere kapatılmıştı. Lakin 2000’li yıllarda ilişkilerde yeni bir dönem başlamış ve ivme yakalanmış ve bunun güzel yansımaları bu mekanlara da aksetmiştir. Hadiketü’s süedayı (Osmanlı hanedanlığının gurbet kabristanı) yeniden ziyaret ettiğimizde restorasyon için son hazırlıkların yapıldığını ve hava müzesinin boşaltıldığını ve yine buraya taşınan kitapların başka alana nakledildiğini görüyoruz. Bu da hanedanlıktan sonra Türkleri yeniden Şam’a bağlayan noktalardan birisi olan Süleymaniye Külliyesinin eski günlerine döneceğini ve eski revnakına kavuşacağını müjdeliyor. İlişkiler çok hızlı bir biçimde ilerliyor. Bu sevindirici bir gelişme. Halep’te Dedeman veya Şam’da Ebla Palace’da Fransızlarla birlikte Türkleri görürken Sahabe Kabristanlığında ve benzeri yerlerde İranlılarla yarışan tek ziyaretçilerin Türkler olduğunu müşahade etmek elbette ki şaşırtıcı değil.
Türkler Şamlıların çok yönlü ortakları. Diğerleri ise tek yönlü ortak. Elbette eksiklerimiz var. Bununla birlikte Türkler Şam’ı seviyorlar. ‘Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü’ tekerlemesi ise geride kaldı. Zira artık Şam’ın şekerinin yerine çoktan Antep tatlısı aldı bile. Antep’e de Şam gibi yabancılaşamayacağımıza göre Şam’la dost olmanın vaktidir. Şamlılar da bizi çok severler. Fethü’l İslam hassaten Türk talebeler için kurulmuştur. Yine Şamlılar ilmi şer’i talep eden Türk talebeleri için özel yardım cemiyetlerini bile faaliyete sokmuşlardır.
Yine Busra’nın Romalılardan kalmış taş sokaklarında Fransızlarla birlikte Türklerin de yan yana salınarak gezindiklerini keza aynı kadim şehrin böğründeki Camiü’l Ömeri ‘de Busralılarla Bursalıların omuz omuza namaz kıldıklarını görebilirdiniz. Şam bizim kaderimiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi