Soraya’yı Taşlamak
İran eski cumhurbaşkanı ve kültür bakanı Hüseyin Hatemi ve benzerlerinin devrimi ve anlayışını beyaz perdeye aktarma ve yansıtma çabaları meyvesini vermiş ve bu sayede İran özgün bir film sektörü geliştirebilmiştir. En azından bazı alanlarda başarılı olduğu kabul edilmektedir. İran sanat yönüyle güçlü ve farklı bir ülkedir ve beyaz perdede de bunun yansımaları hissedilmektedir. Lakin İran tam da bu alanla alakalı kendisine yönelik bir psikolojik harbin ve mücadelenin de içindedir. Bazen teoriyi aşan pratikler olduğu gibi bazen teorik alanlarda da hataları vardır ve olabilir. Bazı alanlarda ani karar değişiklikleri de bunun ispatıdır. Devrimi bütün yönleriyle tasvip etmek mümkün olmadığı gibi bütün yönleriyle karalamak da adil olmaz. Netice itibarıyla, Suruş’un da ifade ettiği gibi beşeri tecrübenin bir parçasıdır. Son yıllarda başarılı olduğu sinema alanında büyük bir psikolojik harp ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bunun ilk işaretlerinden birisi, Kızım Olmadan Asla kitabı ve ardından beyaz perdeye aktarımı oldu. Olayın kahramanı Betty Mahmudi’den başkası değildir. Esasında mesele klasik bir meseledir. Mesele özüyle ve özetiyle; iki farklı çevrenin insanları arasında duyguların öne çıktığı ve değerlerin geri planlarda kaldığı devrede yaşanılan sergüzeştlerden geriye kalan çocuklar üzerinden acıklı bir hikayeden ibarettir. Bizde Sophia Hansen ve iki kızının acıklı hikayesi de buna benzer bir vakıadır. İki eş arasındaki anlaşmazlık bile İran rejiminin bir suçu olarak aktarılmakta ve yansıtılmaktadır.
¥
Kızım Olmadan Asla filminden sonra Amerikalıların da teşvikleriyle 300 Spartalı (The 300 Spartans) filmi çekilmiş ve Dorya ile İskender arasındaki savaş gibi 300 kahraman Spartalının İranlıları nasıl ezip geçtiği ve dize getirdiği destanı işlenmiştir. Tarih üzerinden günümüze ve geleceğe mesajlar verilmekte ve tarih üzerinden psikolojik harp icra edilmektedir. En son olarak, bu serinin sonuncusu olarak da nitelendirilebilecek Soraya’yı Taşlamak filmi vizyona girdi ve Türk sinemalarında da gösterimi gündeme geldi. İran’ın, ‘recm’ üzerinden rejimin ‘vahşi bir tasviri’ne yönelik filmin vizyona girmemesi hususunda Türkiye’den yardım talepleri neredeyse duvara çarptı ve Ayasofya’daki ikonları ortaya çıkarma meraklısı bakan gösterime girmesi yönünde ağırlığını koydu. Evet, bu yönde elbette ki irade Türkiye’nin. Zaten işin bu boyutu tartışma konusu değil. RTÜK’e rağmen zaten Türk kanallarında kim bilir günde dizilerde ale mele’innas (ulu orta) kaç defa rejimlik sahneler arzı endam etmektedir. Bundan dolayı keşke dengelemek babından bile olsa İran’ın talebi dikkate alınsaydı. Sözkonusu Türk dizilerinin Lübnanlı Şiiler arasında bile revaç bulduğuna dair rivayetler var. Yani biz de ister kabul edelim ister reddedelim; bir taraftan rejimlik sahneleri teşvik eder durumdayız.
Böyle olunca en azından dengeleme babından İran’ın bakış açısı dikkate alınabilirdi. Lakin bu yapılmamıştır. Aksine Türk sinemaları İran’a yönelik yürütülen soğuk savaşın ve psikolojik harekatın aracı durumuna gelmiştir. Ertuğrul Günay da son sözü söylemiş ve filmin gösteriminin engellenemeyeceğini ilan etmiştir. 2008’de hayatını kaybeden İranlı yazar Freidoune Sahebjam’ın (gerçek olaylara istinat ettiği ileri sürülüyor) yazdığı “The Stoning of Soraya” adlı kitabından uyarlanan filmin konusu şöyle: 13 yaşındaki Soraya, küçük suçlardan sabıkalı 20 yaşındaki Ghorban Ali ile evlendirilir. 23 yıl süren evliliğinde yedi çocuğu olur. Kocasının dayaklarından dolayı iki bebeği de ölü doğar. Ghorban Ali, Soraya’dan boşanmak ister ve nafaka vermemek için onu sadakatsizlikle suçlar. Şeriat kanunlarının hüküm sürdüğü ülkede, Soraya recm cezasına çarptırılır. 1986’da da taşlanarak öldürülür. Ertesi gün bir akrabası, gazeteci olduğunu anladığı Freidoune’un karşısına çıkar ve olayları anlatır. Esasında benzeri hikayelere avukat olduğu dönemde Şirin Abadi de vekil olarak tanık olduğunu anlatmaktadır.
¥
Bununla birlikte, İran’a yönelik soğuk ve psikolojik savaşın parçalarını GAP ve Şam gezisi sırasında bizzat gördük ve yaşadık. GAP ve Şam gezisinin koordinatörü olan İlyas Say kardeşimiz bize Gaziantep Bürosunun bir haberini aktardı. Gaziantep genelinde onlarca yüzlerce Farsça İncil İranlı öğrencilere veya Farsça bilenlere dağıtım aşamasında ele geçirilmiş. Demek ki İran’ı Hıristiyanlaştırmak isteyen misyoner kuruluşlar Türkiye’yi bu davaları için lojistik bir üs olarak seçmişler. Şam’a gittiğimizde de benzeri bir durumla karşılaştık. 7-8 Mayıs (2010) günü Şam’ın beş yıldızlı otellerinden Ebla Cham Palace’da konaklamıştık. 8 Mayıs tarihi sabahı otobüslerimize binmek üzere otelin önüne geldiğimizde duvarda sahipsiz ve bırakılmış bir kitapçık dikkatimi çekti ve kitap Arapça değildi ve kapakta Mesih’in bir kuzuyla resmedilmiş hali vardı. Galiba bu resim İncillerdeki bir ifadeye atfı temsil ediyor: Ben, beni İsrail’in yolunu şaşırmış koyununu bulmaya ve gütmeye geldim. Neden İncil’in Arapça değil de Farsça olduğunu kendi kendime sordum. Zira bulunduğumuz yer Suriye idi. Ve bolca da İranlı ziyaretçiler bulunuyordu. Farsça Yuhanna İncilinin kapağında şu ibare göze çarpıyordu: Sergüzeşt İsa Mesih Neştei Yuhanna. Demek ki birileri Türkiye gibi Suriye’yi de İranlıları Hıristiyanlaştırmak için lojistik üs olarak kullanıyor. İnsanların devrimden memnuniyetsizliğini Hıristiyanlığı yaymak için kullanıyorlar. Galiba İran, Mehdi beklerken Mesih seçeneğiyle karşı karşıya. Her ne kadar Ahmedinejad dünyayı kurtarmak için Mehdi ile Mesih’in el ele vereceklerini ve zuhura geleceklerini düşünüyor ve bunu söylüyorsa da misyonerlerin inancı ve tezi başka. Onlar Mehdi’yi Mesih’in karşıtı hatta anti Mesih (Deccal) olarak görüyorlar. Onun için Mehdi diyarına Mesih gönderiyorlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.