29 Mayıs 1453… Fatih’i “Fatih” yapan ruh!
Eskiler, “Üslûb-u beyan, ayniyle insan” derler... Yani, bir insanın kullandığı üslûp, onun “tıynet”ini koyar ortaya... Tabiî; “fikri”ni de, “zikri”ni de!..
Bugün, 29 Mayıs... “İstanbul’un Fethi”nin 557. yıldönümü...
Şimdi; bu “fetih” nasıl gerçekleşmiş, bu fethi gerçekleştiren Fatih, nasıl bir “devlet adamı” ve nasıl bir “komutan”mış, bunu araştırıp, tartışmak varken, kalkıp da, Fatih’in “cinsel” yönünü, ya da “anne”sinin kimliğini gündeme getirmek, “olayın özü” ile değil, “kabuğu” ve hatta “kıymığı” ile uğraşmak demektir ki, böylelerine sormak gerekir:
“Sizin babanız kim?”
Hemen her yıl olduğu gibi; bu yıl da bazı “internet siteleri”nden yazılar getirdi arkadaşlar...
“Bak, Fatih hakkında neler yazmışlar, bunlara cevap ver!” diyorlar!..
Hayır;
“Anası belli, babası yüzelli!” bu “encik”lere cevap verip de, onların seviyesine düşmeyeceğim.
Tam aksine;
Fatih’i, “Fatih” yapan “ruh”tan söz edeceğim ki, kendi değerlerimizi, “kendi kaynaklarımız”dan öğrenelim...
Yoksa;
Will-Ariel Durant şöyle demiş, İmrozlu Kritovoulas böyle demiş, beni hiç ilgilendirmez!..
Öyle ya;
Adamların, her şeyden önce bir “kuyruk acıları” var ve hâlâ sızlıyor kuyruk sokumları!.. Bu adamların, kalkıp da, Fatih’in “irade”sinden, “ince zekâsı”ndan, ya da “muhakeme kabiliyeti”nden övgüyle söz edecek hâlleri yok ya!..
“PADİŞAH SİZ İSENİZ!..”
Dediğim gibi;
Onların yazdıkları ve onları “kaynak” gösterip kalem oynatanların söyledikleri hiç ırgalamıyor beni!..
Ben; “Peygamber’in övgüsü”ne mazhar olma yolunda “kararlı” adımlarla yürüyen Fatih’e, onu yetiştiren “hoca”lara ve onu bu güzel hocalara teslim eden “baba”ya bakıyorum..
Öyle bir baba ki;
Henüz 12 yaşında olan oğluna “tahtı” emanet edip, kendisi Manisa’da “inziva”ya çekiliyor!..
Öyle bir “evlât” ki;
Haçlı ordusunun, özellikle Macarlar’ın Osmanlı topraklarına tecavüze yeltenmesi karşısında babasına çağrıda bulunabiliyor:
“Padişah siz iseniz; geliniz, ordularınıza kumanda ediniz... Yok, Padişah biz isek; emrimize itaat edip, ordularımızın başına geçiniz!”
Öyle bir “baba” ki;
12 yaşındaki evlâdının emrine itaat edip, “devlet yönetimi”ni tekrar eline alıyor ve düşmanın üzerine yürüyüp, “Varna Zaferi”ni kazanıyor!..
“O SOPA NİÇİN?”
Peki, Fatih Sultan Mehmed Han’a bu “ince zekâ”yı, bu “muhakeme gücü”nü veren kimdir?..
Bunda, “hocaları”nın rolü, elbette büyüktür.
Sultan 2. Murad; evet, geniş bir “ruh zenginliği”ne ve “derviş mizacı”na sahipti... Ne var ki, oğlunun “mükemmel” yetişmesini istiyordu.
Dahası;
Bir çocuğun “yetişme psikolojisi”ni bilecek kadar da hassas bir yapıya sahipti.
Ama, bir sorun vardı:
Hocalara emanet edeceği çocuk, nihayetinde bir “padişah oğlu”ydu!.. Ya, “Ben padişah oğluyum” diyerek, “hoca”lara kafa tutar da, “haylazlık” ederse?!?
İşte bunları düşünerek, Molla Gürânî’yi yanına çağırttı... Eline de, bir “sopa” tutuşturdu...
Bunun anlamı şuydu:
“Şehzade tembellik edip, derslerine çalışmazsa, onu bu sopayla dövebilirsin!”
Düşünebiliyor musunuz;
Günümüzde, “okumak” isteyen İHL öğrencileri “sopayla” dövülüyor!.. 557 yıl önce ise; aynı sopa, “okumak istemeyen” öğrenci için veriliyor “Hoca”nın eline!..
“Çağdaşlık”ta katettiğimiz “mesafe”yi siz düşünün!..
Her neyse...
Molla Gürânî, memnuniyetle kabul etti görevi... Geleceğin “Fatih”ine, yani Şehzade Mehmed’e ders vermek için odaya girdiğinde, elinde Sultan 2. Murad’ın verdiği “sopa” vardı.
Şehzade, hayretle sordu:
“Elinizdeki o sopayla ne yapacaksınız?”
Molla Gürânî ciddiyetle şu karşılığı verdi:
“Üstünüze bulaşacak olan tembellik tozlarını bununla silkeleyeceğim. Babanızın emri de bu yoldadır!”
Fakat hiçbir zaman o değneği kullanmadı. Çünkü Şehzade Mehmed derslerine çok iyi çalışıyor, hocasının her sözünü dinliyordu. Kısa sürede Arapça öğrenmiş, Farsça şiirler okumaya başlamıştı.
Gündüzleri ata binmeyi, ok atmayı öğreniyor, akşamlarıysa hocalarının önüne diz çöküp ders alıyordu.
Bu arada şiir yazmayı öğrendikten başka, top dökümcülüğü mesleğini de öğrendi.
O zamanlar adetti…
Şehzadelere mutlaka bir “meslek” öğretilirdi…
Fatih Sultan Mehmed Han, “top dökümcülüğü”nü öyle bir öğrendi, meslekte öyle bir ilerledi ki; mesleğin “işçi”si değil, “mühendis”i oldu…
“Çizim”lerini bizzat kendisinin yaptığı “devrin en büyük topu”nu, yani “Şahî” adı verilen topları döktürdü.
Üç ayda dökülen bu topun büyüklüğü ve çapı hakkında tarihçiler muhtelif bilgiler vermektedirler. Françes, Şahî topları ile ilgili olarak; “Uzunluğu 5.5 metre, dış çevresi 2 metre 74 cm, yarıçapı 92 cm, ağırlığı 18 ton kadardır” demektedir.
Top 544 kg, bazılarına göre de 680 kg ağırlığındadır… Bu gülleler 1.883 metre mesafeye kadar giderek 1 metre 83 cm derinliğinde toprağa gömülüyordu. Topun sesi 24 km mesafeden duyulmaktaydı.
FETİH, NİYE GECİKİYOR?
Şimdi de, gelelim “fetih günleri”ne:
Tarihimize altın harflerle yazılan en önemli olaylardan ve kazanılan savaşlardan birisi hiç şüphesiz ki, “çağ değişimi”ne vesile olan İstanbul’un 29 Mayıs 1453 yılında fethedilmesidir.
İstanbul, Fatih Sultan Mehmet Han’a gelinceye kadar Emeviler, Abbasiler ve Osmanlılar tarafından defalarca kuşatılmış, seferler düzenlenmiş ancak bir türlü fetholunamamıştı.
Oysa; Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) müjdelemişti:
“İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.”
Bu müjdeye erişmek, her Müslüman komutanın en büyük idealiydi.
İstanbul’u alıp Osmanlı’ya başkent yapmaya karar veren 22 yaşındaki genç Fatih; fetih için dev toplar döktürmüş, Bizans’a Boğaz’dan gelecek yardımı kesmek için Rumelihisarı’nı yaptırmış, gemilerini Dolmabahçe sırtlarından kızaklarla Haliç’e indirmiş, surların altına tüneller açtırmıştı...
Fetih için gerekli hazırlıklar tamamlandı... 6 Nisan 1453 Cuma günü, İstanbul karadan ve denizden kuşatıldı.
Ne var ki;
“Fetih” bir türlü gerçekleşemiyordu...
Genç Fatih ise, “Müjdelenen komutan” olmanın aşkıyla yanıp tutuşuyordu...
Dalıyor “asker”lerinin arasına... Haber salıyor sağa sola:
“Ordunun içinde haram yemiş olanlar, harama bulaşmış olanlar varsa, para vereceğim, ne olur çıksınlar, gitsinler!.. İnanın darılmayacağım, haklarında takibat da yaptırmayacağım!”
Düşünebiliyor musunuz;
Fetih için, “daha fazla asker” istemiyor!..
“Kuru kalabalık” yerine, “harama bulaşmamış asker” istiyor!..
Biliyor ki;
Haramdan “hayır” hâsıl olmaz!..
Sonunda;
53 günlük yoğun kuşatmanın ardından, “kara ve deniz taarruzu” başlıyor!.. Ve 29 Mayıs 1453’te “Bizans Surları” delik-deşik olup, Ulubatlı Hasan, sancağı dikiyor surlara!..
Evet;
Fatih; günümüz gençliğinin “oyunda-oynaşta” olduğu bir yaşta, İstanbul’u fethediyor...
HEPSİ “BÜYÜK” ADAM!
Peki, Fatih’i “Fatih” yapan, sadece İstanbul’u alması veya “çağ açıp-çağ kapatması” mıdır?..
Elbette hayır...
Onu büyüten özelliklerden biri de, “ilme ve âlime verdiği önem”di...
Yukarıda anlattık, hocası Molla Gürâni’ye gösterdiği saygıyı... Evet, 5 yaşında bir çocukken, elini öpmüş Molla Gürâni’nin...
Peki, “Padişah” olunca?..
Yine öpmüş!..
Bir defasında, Honaz Kalesi’nin yetiştirdiği ve Fatih devrinin en önde gelen “4 müderrisinden biri” olan Hatipzade Muhiddin Efendi’yi azletmiş;
“Azlettim seni müderrislikten!.. Çık git, ne yaparsan yap!”
Molla Gürânî’nin haberi olmuş bu azil işinden... Gitmiş, dikilmiş “Padişah”ın karşısına;
“Ya bu azli geri alırsın, ya da biz bütün ulema senin ülkeni terk ederiz!.. Herhalde, alimin kadrini bilen bir hükümdar vardır dünyada!..”
Vee...
Fatih, azli geri almış...
Sizin anlayacağınız;
“Devir, sultanların hüküm sürdüğü devir değil, alimlerin hüküm sürdüğü devir!..”
Yani;
“Büyük” olan, sadece Fatih değil!.. “Devrin alimleri” de büyük!..
“Adam”ları da büyük!..
Zaten;
O “büyük adamlar” olmasaydı, tam 700 yıl hüküm sürebilir miydi Osmanlı?..
YİNE DE GÜZEL
“Fetih müjdesi”ne mazhar olan o büyük “kumandan”ı ve onun övülmüş “güzel askerler”ini bir kere daha rahmetle anıyor ve bu güzel İstanbul’u bizlere kazandırdıkları için, hepsinin ruhlarına “Fatiha”lar gönderiyorum...
Evet, hayırla anıyorum onları...
İstanbul, en azından “tabelâ”ları ve surlardaki “diskotek”leriyle yeniden “işgal” edilmiş ve “yeni bir fethe muhtaç” olsa da!..
Yine de, güzelsin İstanbul!..
Çünkü, senin bağrında;
“Ne güzel bir kumandan ve ne güzel askerler” yatıyor!..
===================
MHP… Bir öyle, bir böyle!
17 Mart 2010 tarihli gazetelerde, şöyle bir haber vardı: “MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, grup toplantısında Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak’ı istifaya çağırdı. Durak, ‘Genel merkeze çağırdılar, düşünüyorum’ dedi. MHP ise ‘gerek yok’ deyip kapıları kapadı.”
18 Mart tarihli gazetelerde yer alan haber ise şöyleydi: “MHP; Aytaç Durak’a da, Mustafa Tuncel’e de kapılarını kapattı… Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin önceki gün yaptığı çağrının ardından dün de Genel Sekreter Cihan Paçacı, ‘İstifalarının ardından partiyle bütün ilişkileri kesilecek’ dedi. Paçacı, hakkındaki soruşturma tamamlanıncaya kadar geçici bir süre için partiden istifa ettiğini açıklayan Durak’a, ‘İstifanın süreci geçici olmaz. Doğru olan, gereğini yapmaktır’ diye seslendi.”
Bunları niye hatırlattım… MHP kurmayları, “Durak’a sahip çıkmaya” başlamışlar da ondan hatırlattım… Sormak istiyorum; madem sahip çıkacaktınız, niye attınız o zaman?!?