Kendimizi öldürtmek için binmedik o gemiye
Mavi Marmara'ya her şeyi göze alarak bindiğimizi söylerken ve şehitlerimizi baş tacı ederken bir hususun altını yeterince çizmediğimi fark ettim.
Bize itibar eden gençleri yanlış yönlendirmiş olmamak için o hususun altını şimdi kalın çizgilerle çiziyorum:
Kendimizi kurban etmek için çıkmadık o yolculuğa.
Kurban olmayı temenni de etmedik.
Hatta, "Yük gemilerine muhakkak müdahale edeceklerdir, ama dünyanın dört bir yanından muteber kimselerin bulunduğu bir yolcu gemisine müdahale etmekten inşaallah imtina ederler" diye konuşuyorduk aramızda.
30 Mayıs'ı 31 Mayıs'a bağlayan gece uluslararası sularda yol alırken İsrail savaş gemilerinin tacizine uğrayınca bu beklentimizin boş olduğunu anladık.
Güvenlik bölgesi olarak ilan ettikleri sahaya girmemizi bile beklemeden gemimize müdahale edecekleri aşikârdı.
Bu korsanlığa tepkisiz kalmamalıydık.
Ama tepkinin ölçüsünü de kaçırmamalıydık.
İsraillilerin herkesçe malum vahşetine binaen "Bunlardan her şey beklenir" diye düşünmekle beraber, hayati tehlike doğurabilecek bir tavır sergilememeye kararlıydık ve bu kararlılığımızın İsraillileri dizginleyeceğini umuyorduk.
Gemiye çıkmalarını engellemeye çalışacaktık, ama ölümüne değil.
Herhangi bir protesto gösterisinde polise ne kadar mukavemet gösterilirse ancak o kadar mukavemet gösterecek ve neticede İsrailliler gemiyi ele geçirirlerse bunu sineye çekecektik.
İsrail'in en seçkin deniz komandolarının polisten daha dayanıksız çıkacağını ve hemen paniğe kapılıp üzerimize gerçek mermiler yağdıracağını bilseydik, o kadar bile mukavemet göstermezdik.
Silahlı saldırının üstesinden ancak silahlı mukavemetle gelinebilir ve fakat bunun yeri Mavi Marmara değildi.
Zaten o iş de bizim işimiz değil.
Mavi Marmara'yı bir mücadele alanı olarak tasavvur ettik, ama bir muharebe alanı olarak tasavvur etmedik.
Öyle olmaması için gereken tedbirleri kendimizce aldık ve helikopterlerden yağdırılan plastik mermiler birçok arkadaşımızın vücudunda ölümcül yaralar açtığında bile kendimizi kaybetmedik, öfkemize yenik düşmedik, tedbirleri elden bırakmadık; gemiye ilk inen İsrailli korsanların silahlarını kapan arkadaşlarımız o silahları kullanmayı akıllarının ucundan bile geçirmeden hemen denize attılar.
Bu arada kaptanımız, İsrail şiddetinin kontrolden çıkmasını önlemek ve 'müzakere' kapısını açmak için geminin rotasını Mısır'a çevirdi.
Nafile.
İsrail saldırısı şiddetini arttırarak devam etti.
Hiçbir uyarıda bulunmadan bizi helikopterlerden ve botlardan makineli tüfeklerle -gerçek mermilerle- taramaya başladılar.
"Hemen teslim olmazsanız sizi gerçek mermilerle vururuz" deselerdi, herhalde bağrımıza taş basıp direnmekten vazgeçerdik.
Tekrar altını çiziyorum:
Kendimizi öldürtmek için binmedik Mavi Marmara'ya.
Gazze'yi ölüme mahkûm eden Siyonist emperyalizme karşı bir vicdan ayaklanmasını temsil etmek, ablukayı yarmak veya hiç değilse tartışmaya açmak için bindik; her şeyi göze alarak, ama Gazze'ye sağ salim varmayı ve Gazze'den evimize sağ salim dönmeyi ümit ederek.
Dokuz arkadaşımızın şehadetiyle sonuçlanan korkunç katliam bizim öngördüğümüz veya arzu ettiğimiz bir şey değildi.
Allah'ın takdiri bu.
Takdir-i İlahi'ye boyun eğmemiz ve onda bir hikmet aramamız / bulmamız yanlış yorumlanmamalı.
Mavi Marmara şehitlerinin kanlarının üzerimize celbettiği berekete dikkat çektiğimizde, "Haydi gençler, tez elden onlar gibi şehit olmaya bakın" demiş olmuyoruz.
Sakın öyle anlaşılmasın!
Mavi Marmara'yla ilgili kahramanlık söyleminin cazibesine kapılıp "Şimdi kahraman olma sırası bende" demeye de kalkmasın kimse.
Kahraman olarak anılmak için yola çıkılmaz.
Çıkılırsa, o yoldan yol olmaz.